Mehmet Ali Ünal
Ulaşım ve iletişim vasıtalarının gelişimi XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanmıştır. Teknoloji çağından evvel en hızlı vasıta at ve onun çektiği araba idi. Bu sebeple bir yerden bir başka yere seyahat etmek, haber ulaştırmak; mal, eşya, asker taşımak büyük bir mesele idi. Günümüzde dünyanın herhangi bir köşesinde cereyan eden bir hadiseyi, savaşı, bir toplantıyı veya herhangi bir sosyal olayı anında televizyonlardan izleyebiliyoruz. Dilediğimiz kişilerle telefonla, internetle ve görüntülü cihazlarla görüşebiliyoruz. Oturduğumuz yerden, ekran başında alışveriş ediyor, para alıyor, para veriyoruz kısacası ticaret yapıyoruz. Bütün bunların daha 100-150 yıl önce büyük meşakkatlere katlanarak gerçekleştirilebildiğini dikkate alırsak günümüz neslinin teknolojinin nimetlerinden ne ölçüde istifade ettiği ve ne muazzam imkanlara sahip olduğu göz önüne serilebilir.
Tren, otomobil ve kamyonların ulaşımda yaygınlaşmasına kadar han ve kervansaraylar toplumların günlük hayatında büyük bir yer işgal ediyordu. Aynı zamanda toplumun kültüründe, folklorunda ve duygu ve düşünüş dünyasında hanların önemli yeri vardı.
Türkiye’deki kervansarayların kökeni XII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar iner. Selçuklu sultanları tarafından Anadolu’nun ticari hayatının canlanması maksadıyla belirli plan dahilinde inşa ettirilen kervansaray ve hanlar XIII. Yüzyılda Anadolu’nun ticari hayatının canlı birer şahididirler. Antalya ve Alanya’dan başlayarak Konya’ya-Kayseri-Sivas ve Erzurum’a uzanan kervansaraylar dizisi mimari bakımdan da Selçuklu çağının birer incisi gibidirler.
Kervansaraylar iki mühim gaye için inşa edilmişlerdir. Bunların ilki; ticari mal nakl eden kervanlara emniyetli konaklama yerleri sağlamaktı. Hudut civarlarında düşman çapullarından, eşkıya baskınından kervanları korumak için kervansaraylar müstahkem surlarla çevrilmiş, surların üzerinde kule ve burçlar inşa edilmiş olup, ayrıca demirden son derece sağlam kapılar ve pencere parmaklıkları yapılmış kısacası her türlü tehlikelere karşı kervansarayı koruyacak müdafaa tedbirleri alınmıştır.
İkinci amaç ise, yolcuların kondukları veya geceledikleri yerlerde onların her türlü ihtiyaçlarını temin etmekti. Bu sebeple kervansaray ve hanların içlerinde yolcuların yatacakları yatakhaneler, hayvanların barınacağı ahırlar ve samanlıklar bulunduğu gibi, aşhaneler, erzak anbarları, ticari eşyayı koyacak depolar, misafirlerin yıkanması için hamam, hastane, mescid ve yine yolcuların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için nalbant, ayakkabıcı, berber, terzi gibi esnaf vs. de yer alıyordu
Kervansaray ve hanlar bir kervan kafilesinin bir günde alacağı yol hesap edilerek 30-40 km ara ile inşa edilmişlerdir. Sabah erkenden yola çıkan kafile sürekli yürüse bile akşama doğru diğer bir hana varabilecektir. Sabah vaktinden akşam kararıncaya kadar bir kervanın alabileceği mesafe yolun arazi yapısına ve iklim şartlarına göre 30-40 km civarındadır. Mesela Hanabad’dan hareket eden bir yolcu kafilesi akşama doğru Honaz’a, belki de Akhan’a ulaşabilir.
Selçuklu ve onu takip eden İlhanlılar zamanında Sultaniye-Tebriz-Erzurum-Sivas ve Konya üzerinden Denizli’ye uzanan Batı İmparatorluk yolu üzerinde bulunan Hanabad ve Akhan kervansarayları Osmanlı devrinde ikinci plana düşmüş ve mahalli kervanların konaklama yerleri haline gelmiştir. Bunun temel sebebi Osmanlı çağında İstanbul-Amasya-Tokat üzerinden Sivas’a
uzanan, askeri ve ticari bakımdan önemli Kuzey güzerahın askeri ve ticari yol omlarak ön plana çıkmasıdır. kuzey Anadolu yoluna ağırlık verilmesidir. Osmanlı klasik devrinde Dinar üzerinden Işıklı (Şeyhlü)-Çal-Kaklık-Honaz güzergâhı zamanla Çardak Han yolunu ikinci planda bırakmıştır.
Öte yandan Kervansarayda konaklamanın belirli kuralları vardır. Yavuz Sultan Selim kanunnamesinde şöyle bir fasıl var: “Ve eğer kârbânsaray içinde nesne uğuılansa kârbânsaray içinde olanlara bulduralar amma kârbânsaraycılar emîn ve mu’temed kimesne olalar her sabah yoklıya kimesnenin esbâbı sirka olundumu göre ve dahi kapısın açıp destûr vire eğer bu vechile itdikden sonra bir kimesne benim esbâbım gitdi dirse amel olunmaya ve eğer kârbânsaraycı yoklamadan destûr vire giden esbâbın kıymetin vire”. Yani sabahleyin kervansaraycı herkese bir mal ve eşyasının çalınıp çalınmadığını sorup araştıracak ve ondan sonra kervansaraydan çıkış izni verecek. Aksi halde bir kimsenin eşyası çalındı ise destûr vermeden kapılar açılıp çıkış izni verildiği için sorumluluk kervansaraycıya ait olacak.
Selçuklu çağında kervansarayları yaptırmak bir devlet siyaseti idi. Aynı siyaset Osmanlı devrinde de sürdürüldü. İhtiyaç duyulan yerlerde ticari ulaşımın emniyeti için hanlar yaptırılma yoluna gidildi. 1636 yılında Tabanıyassı Mehmed Paşa’nın veziriazamlığı zamanında, “münâsib olan mahallerde on yedi bâb yetmiş seksener, yüzer katar deve alur ahûr ki, ortası açık, iki kapulu, üstü sârbân odaları ve kapu yanları arpa saman anbarı olmak üzere, binâ içün evâmir”ler gönderildiği bilinmektedir. Osmanlı vezirlerinin pek çoğu ülkenin muhtelif yerlerinde hanlar yaptırmışlardır. Mesela Sokollu Mehmed Paşa Payas’ta ve Vişegrad’da (Drina köprüsü yanında), Rüstem Paşa Edirne’de, Nevşehirli İbrahim Paşa Nevşehir’de, IV. Murad’ın silahdarı Mustafa Paşa Malatya’da ve Çerkeş’te hanlar yaptırmışlardı.
Hanlar ve kervansaraylar yüzlerce yolcuyu ağırlayabilecek kapasitede olduklarından bulundukları çevrenin imar ve iskânı konusunda rol oynadılar. Nitekim Hanabad ve Akhan’da olduğu gibi zamanla birçok hanın etrafında köyler ve kasabalar teşekkül etmiştir. Hanların bulunduğu yerlerde pazarlar da kurulurdu. Hanlarda yolcuların ihtiyaçları için kurulan dükkanlar o mahallin ekonomisine katkıda bulunuyordu. Böylece bir han sadece yolcuların ve kervanların can ve mal emniyetini sağlamakla kalmaz aynı zamanda bulunduğu yörede ekonomik bir canlılık yaratırdı. Ticaret kervanlarındaki tüccarların bütün giyecek, yiyecek ve atlarının yiyeceği ot ve samanı yanlarında taşımalarının imkanı yoktur. Bunları yol güzergâhlarında bilhassa konakladıkları hanlardan temin ederlerdi ki, bu yüzden derbent ve hanlar çevresinde pazarlar kurulduğu sık sık görülürdü.
Hanların bulunmadığı dağlık ve dar geçit yerlerinde ya bir derbent köyü ya da bir tekke ve zaviye bulunur ve gelen geçene hizmet verirdi. Derbent köyler halkı bazı divani vergilerden muaf oldukları gibi silah taşıma iznine de sahiptiler.
Denizli şehri içerisinde ise bir zaviye ve tekke bulunuyordu. Ahie Sinan ve Ahi Duman tekkelerini daha 14. yüzyılda mevcudiyetini biliyoruz. Ünlü seyyah İbn Batuta 1334’lerde bu tekkelerde misafir olmuştu. Bu tekkeler yüzlerce yıl fonksiyonunu devam ettirdi. Aydınoğullarının vakfı olan Ahi Duman Zaviyesi Fatih tarafından verilen hükümle faaliyetine devam etmiştir. Bu hükümler sonraki padişahlar tarafından mukarrer kılınmıştır.
Diğer taraftan han ve kervansarayların toplumun kültürünün değişim ve gelişiminde de önemli yeri vardı. Teknoloji çağından önce kültür değişmeleri de oldukça yavaş seyrederdi. Çünkü kültür değişiminin hızı, ulaşım ve iletişim vasıtalarının süratine bağlı idi. Bu hanlarda misafir olan kişiler farklı yerlerden gelmiş, birçok yer dolaşmış, farklı meslek ve kültürlere mensup değişik insanlarla karşılaşırlar ve onların kıyafetlerinden, davranışlarından, konuşmalarından etkilenirler ve onlardan yeni haber ve havadisler öğrenirlerdi. Bu öğrendiklerini köyüne ve kasabasına taşırlardı. Dolayısıyla hanlar kültürel iletişimin en yoğun yaşandığı mekanlardı. Folklorik yapıyı da derinden tesir etmiş olan hanlar türkülerde de yer alır. Ayrıca han ve hancı eski Türk şiirinin de mühim mazmunlarından birisidir. Keza Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları adlı şiiri hanların XX. Yüzyılın başlarında bile Türk sosyal hayatı içerisindeki yerini aksettirmesi bakımından ilgi çekicidir.
Bugün Selçuklu çağından kalma sınırlı sayıdaki meşhur bazı kervansaraylar restore edilmişse de pek çoğu harâbe durumundadır. Osmanlı devrinde yapılan hanların pek çoğu ise ortadan kalkmıştır veya harâbe haline gelmiştir. Maalesef bu eserlere Roma-Bizans ve Helenistik çağdan kalan eserlerin onda biri kadar ilgi gösterilmemektedir. Avrupalılar orta çağdan kalma şatolara varıncaya kadar restore etmişler ve bir şekilde kullanmaktadırlar. Cumhuriyet devrinde eski eserler hakkında takip edilen kültür politikası adeta onları unutturmaya ve yok olmasına göz yummaya yöneliktir. Pek çoğu vakıf eseri olan bu mimari abidelerin vakıf malları da adeta talan edilmiştir. Bu sempozyumun bu tür Türk kültürünün şaheserlerinin korunması, restorasyonu ve sosyal ve kültürel hayata katılması yönünde bir vesile teşkil eder inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder