Cumhuriyet Döneminde Koruma

CUMHURİYET DÖNEMİNDE
KÜLTÜREL VARLIKLARIN KORUNMASI

Emre MADRAN
Değişik nitelikteki toplumlar gerek kendilerinden önceki gerekse kendi dönemlerinde ürettikleri ve bugün kültür varlığı olarak tanımladığımız taşınır ve taşınmazlara karşı olumlu ya da olumsuz değişik tavırlar takınmıştır. Birçok uygarlığın binlerce yıldan bu yana mimari yapıtlar ve bu yapıtları barındıran kentler oluşturduğu Anadolu’nun bu zengin mirasının korunması, değerlendirilmesi ve bizden sonraki nesillere iletilmesi görevi, kısaca “koruma” olarak adlandırdığımız bir sektörün oluşması ve gelişmesine neden olmuştur. Koruma olgusunun fiziksel boyutunun yanısıra sosyal ve ekonomik boyutlarının da ortaya çıkması, giderek daha fazla sayıda kurum ve kişiyi ilgilendirmesi yeni politikaların, yaklaşımların, örgütlenmelerin ve parasal kaynakların oluşması ve gelişmesini zorunlu kılmıştır.
Günümüzde artık korumanın gerekliliği tartışılmamakta, ölçek ve nitelik konusundaki tartışmalar sürmekteyse de hemen tüm toplumda bu konuda bir mutabakat sağlanmış gözükmektedir. Ancak korumayı gerçekleştirmek için gerekli ilke ve uygulamaya yönelik politikalar ile kullanılacak parasal, örgütsel, eğitsel vb. araçların özlenen düzeye ulaşmadığı da bir gerçektir. Bu özlemin gerçekleşmesi için, bugüne değin yapılanları ya da yapılamayanları bilmek ve yeni yaklaşımları bu bilgilerden de yararlanarak oluşturmak gerekmektedir. Bu sunuş, Türkiye’de, 1920 yılından bu yana kültür varlıklarının korunması konusundaki politikaları, yasal düzenlemeleri, örgütleri ve parasal kaynakları belirlemeyi, özetle 80 yılın genel bir resmini vermeyi amaçlamaktadır.
Cumhuriyet döneminde koruma olgusunun 2 ana zaman diliminde incelenmesinde yarar vardır. İlk dilim 1920-1950 arasını kapsamaktadır. Bu dönem her alanda olduğu gibi ilk arayışları ve gelişmeleri içerir. 1950’lerin başı ise önemli bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Bu belirlemede yeni yasa ve kurumların oluşturulması, çok partli hayata geçilmesi, Avrupa ile ilişkilerin artması, yeni eğitim kurumlarının oluşması, parasal kaynaklarda izlenen göreceli artış vb. hususlar rol oynamaktadır.
CUMHURİYET’E BIRAKILAN MİRAS
Osmanlı Devletinde, bugün kültür varlığı olarak tanımlanan yapıtlara karşı çeşitli tavırlar takınılmış, düzenlemeler oluşturulmuş ve uygulamalar yapılmıştır. Özellikle vakıf kurumunun katkısıyla dinî, sosyal, kültürel ve ekonomik içerikli birçok anıtsal yapı oluşturulmuş, yine aynı kurumun sağladığı olanaklarla bu yapıların bakım ve onarımları yapılarak sürekliliği sağlanmıştır. Batılılaşma sürecinde, “eski eser” kavramına yeni boyutlar getirilmiş, müzecilik alanında ilk girişimler başlamış, koruma alanında yeni örgütlenme modelleri ve uygulama yöntemleri geliştirilmiştir. Bu husus, Osmanlıdan Cumhuriyete bazı kurum ve düzenlemelerin miras olarak kalmasını sağlamıştır. Bunlar arasında merkezi İstanbul Müzeleri olan Müze-i Hümayun ile Bursa, Konya ve Adana’da kurulan küçük müze birimleri, 1877 tarihli “Ebniye-i Emiriye ve Vakfiye İnşaat ve Tamiratı Hakkında Nizamname”, 1906 tarihli “Asarı Atika Nizamnamesi” ve 1916 tarihli “Muhafazai Abidat Nizamnamesi”, sadece İstanbul ile ilgili konularda görev yapan “Asarı Atika Encümen-i Daimisi”, vakıf malların yönetimi ve vakıf kökenli yapıların bakım ve onarımından sorumlu “Evkafı Hümayun Nezareti” bulunmaktadır.
İLK OTUZ YIL: 1920-1950
İLK ETKİNLİKLER
BMM’nin 1920 yılında oluşmasından hemen sonra, kurulan bakanlıklar arasında, “Şeriye ve Evkaf Vekaleti” ile “Maarif Vekaleti”de bulunmaktadır. Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasından sonra, Maarif Vekaleti’ne bağlı olarak, 1 Müdür ve 1 Katip kadrolu, “Türk Asar-ı Atikası Müdürlüğü” oluşturulmuş, daha çok müzecilik hizmetlerini yürütmekle görevli olan bu birim, bir yıl sonra “Hars (Kültür) Müdürlüğü” adını almıştır. Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonunda izlenen ilk çaba ise, Gazi Mustafa Kemal’in buyruğu ile “Müzeler ve Asar-ı Atika Hakkında Talimat” başlığı ile 1922 yılında valiliklere gönderilen genelgedir. Genelgede merkezde Hars Dairesi, illerde ise Maarif Müdürlüklerinin, eski eserlerle ilgili tüm işlemlerin yürütülmesinden sorumlu olduğu, arkeolojik kazı ve sondajların Hars Dairesinin yetkisinde olduğu, tüm işlemlerin Asarı Atika Nizamnamesi hükümlerine göre yürütüleceği yer almaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında onarım etkinliklerinin yeterli düzeyde olduğu söylenemez. 1922 yılında Şer’iye ve Evkaf Nezareti tarafından başlatılan onarımlar, 1924 yılından sonra, “Evkaf Umum Müdürlüğü”nce sürdürülmüştür. Ancak bu yapıların çok azının belli bir değer taşıyan anıtsal yapılar olduğu bilinmektedir. Bu süreçte ilk onarılan yapı Ayasofya’dır ve Mimar Kemalettin Bey tarafından ele alınmıştır.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra eski eserlerin gerek mülkiyeti ve gerekse bakım ve onarım sorumlulukları, değişik kurumlara verilmiştir. Buna göre Halifeliğin kaldırılmasını öngören kanun uyarınca, saraylar, kasırlar ve bunlarla ilgili tüm taşınmaz ve değer içeren taşınır eserler Türkiye Büyük Millet Meclisi yönetimine bırakılmış, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile tüm medrese ve arsaları Maarif Vekaletine devredilmiş; tekke, zaviye ve türbeler, 1925 yılında çıkartılan “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair” yasayla kapatılmış; değerli türbelerin yönetim ve korunması Maarif Vekaletine bırakılmış; bir bölüm cami çeşitli nedenlerle satılmış; 1930 tarihli “Belediyeler Kanunu” ile kale ve kuleler Belediyelere devredilmiştir. Bu durum, bazı olumsuzluklar yaratmıştır. Örneğin, eski eserler ve koruma konusunda uzmanlıkları bulunmayan kişiler olumsuz kararlar üretebilmiş, parasal kaynaklar ve personel, kuruluşlar arasında dağıtılarak, güç bölünmüş ve zayıflatılmıştır.
Parasal alt yapı incelendiğinde ise korumayla ilgili ilk ödeneklerin, Maarif Vekaleti ve Evkaf Umum Müdürlüğü bütçesinde yer aldığı görülür. İlk yıllarda, koruma ve müzeciliğe ayrılan ödenekler genel bütçenin % 0.5 (binde 5) düzeyinde bulunmaktadır.
KURUMSALLAŞMANIN BAŞLAMASI:
Birçok kaynak, Atatürk’ün 19.2.1931 tarihinde Konya’daki gezisi sırasında Başvekil İsmet İnönü’ye gönderdiği bir telgrafı, koruma etkinliklerine büyük ivme kazandıran önemli bir belge olarak değerlendirir. Konya’daki anıtları gezen Atatürk, bu telgrafında şu konulara değinmiştir:
“Son tetkik seyahatimde, muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.
1. İstanbul’dan başka, Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda, şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir. Ancak, memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin, ileride tarafımızdan meydana çıkarılacak olanların ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap hale gelmiş olan abidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerinde ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kat’i lüzum vardır. Bunun için, Maarifçe harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisinin muvafık olacağı fikrindeyim.
2. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabi içinde bulunmalarına rağmen, sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri kıymettar bazı mebani vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alaaddin Camii, Sahipata medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare, derhal ve müstacelen tamire muhtaç bir haldedir. Bu tamirin gecikmesi, bu abidelerin kamilen inhirasını mucip olacağından, evvela asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kaffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin temin buyrulmasını rica ederim.”
Bu telgrafın hemen ardından, 1.4.1931 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla, Başbakanlık Müsteşarı başkanlığında bir komisyon kurulmuş ve bu komisyon, öncelikle şu iki temel saptamayı yapmıştır:
1. Anıtların bakım ve onarımları, çeşitli yasal düzenlemelerle değişik kurumlara bırakılmıştır. Bu nedenle anıtlar ihmal edilmektedir,
2. Belediyeler ve Özel İdareler, anıtların değeri ve korumanın önemine ilişkin yeterli bilgiye sahip olmadıkları için, yol açmak, eski eserin arsasını satmak gibi nedenlerle bunları yıkmak istemektedir.
Komisyonun bu raporu üzerine 1933 yılında kurulan “Anıtları Koruma Komisyonu”nun ilk etkinliklerinden bir tanesi onarılacak yapıların saptanmasıdır. Yapılar iki temel guruba ayrılmış, Anadolu-Türk Sanatının ürünleri olan yapıları Macit Kural, arkeolojik alan ve yapıları ise Avusturya Arkeoloji Enstitüsü üyesi Miltner incelemiştir.
Osmanlı Devleti’nden kalan bir kurumun devamı niteliğinde olan Evkaf Umum Müdürlüğü 1930’lu yıllardan sonra etkinliğini arttırmıştır. Vakıf malların çokluğu ve bunların yönetiminin kendine özgü koşullar içermesi, yeni bir düzenleme yapılmasını zorunlu kılmış ve 1936 tarihinde “Vakıflar Kanunu” 1938 tarihinde de, “Vakıflar Umum Müdürlüğü Teşkilatı Hakkındaki Kanun” çıkarılmıştır.
1924 yılında onaylanan tüzüğündeki hükümler gereği görevine İstanbul’da devam eden Eski Eserleri Koruma Encümeni ise küçük ölçekte de olsa korumayı denetleyen ve karar veren tavrını sürdürmüş, 1935 yılında Bakanlığa İstanbul’daki anıtların onarımına yönelik bilgileri içeren bir rapor vermiş, bu anıtların, bilimsel ve estetik değerlerinin yanısıra, “... bu topraklardaki varlığımızın taş kesilmiş ve yıkılmaz birer ispatı...” olarak siyasal önemlerine de değinmiştir.
1930’lu yılların başında oluşturulan Antikiteler ve Müzeler Müdürlüğünün hizmetlerinin çok dar bir kadro ile yürütülemeyeceği anlaşıldığından, 1944 yılında “Eski Eserler ve Müzeler Umum Müdürlüğü” kurulmuştur. Bu birim, gelişmelerin gerektirdiği küçük değişimler geçirerek, 1989 yılına değin hizmet verecektir.
1940’lı yılların önemli bir gelişmesi 1945 yılında, eski eser ve müzelerin durumunu görüşmek üzere, “Eski Eserler ve Müzeler I. Danışma Kurulu”nun toplanmasıdır. Önemli kararlar alan Kurul, şu temel konularda yeni programlar yapılmasını öngörmüştür:
1. Ülke ölçeğinde tüm eserler haritalar üzerinde saptanmalıdır,
2. Onarım öncelikleri,üstün değerli olup, yıkılma tehlikesi en fazla olan yapılara verilmelidir,
3. Onarılacak yapılara mutlaka yeni işlev verilmelidir.
BİLİNÇLENMEYE YÖNELİK ÇABALAR:
Korumanın, geniş halk kitlelerinin ve yerel yöneticilerin katkı ve desteği olmadan gerçekleşemeyeceği bilindiğinden Cumhuriyetin ilk yıllarında bu konuda çeşitli programlar geliştirilmiştir. Antikiteler ve Müzeler Müdürü Hamit Zübeyr Koşay bu bilinçlenme programının “Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi)” örgütlenmesi içerisinde yapılmasını (1932: 24) ve öncelikle konferans verilmesini önermektedir. Daha çok arkeolojik alan ve değerlerin tanınmasını öngören bu önerinin yanısıra, Maarif Vekaletinin 1930’lu yılların ortasında hazırladığı, “Antikiteler ve Tarihi Eserlerden Derslerde Nasıl İstifade Edileceği Hakkında Andıç” başlıklı ve tüm okullarda uygulanması öngörülen çok kapsamlı bir program ilgi çekmektedir. Vekaletin, öğrencileri bilinçlendirmek için konferanslar verilmesi, arkeolojik alanlara geziler yapılması ve tarih derslerine ağırlık verilmesini öngördüğü bu andıç oldukça çağdaş bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir. Konu, o yılların önemli bir sosyo-kültürel olgusu olan “Türk Tarih Tezi” ile beraber ele alındığında, Cumhuriyet yönetiminin yeni kültürel kimliği tanımlamak için eski eserleri kullanmak istemesi çok doğal olmakla beraber, aynı yönetimin bu fırsatı değerlendirmek için, koruma ve müzeciliğe yeterli ilgiyi göstermemesi, özellikle yeterli parasal kaynak ayırmaması bir olanağın yitirilmesi olarak görülmektedir.
Eski eser olgusunun tanıtılması ve benimsetilmesi için çaba gösterilen bir diğer platform, Halkevleridir. Kuruluşu, çalışma modelleri, üretkenliği ve toplumu yönlendirme konusunda üstlendiği önemli misyonuyla halkevleri çok önemli bir kurumdur. Türk Tarih Kurumu’nun da, kısıtlı bir alanda olmakla beraber, Anadolu sanatının verilerinin araştırılarak ortaya çıkartılması ve yayınlarla tanıtılması konusunda önemli bir yeri vardır.
1935’LERDEKİ GELİŞMELER
1935 yılında Atatürk’ün ulusal arkeolojik etkinliklere ağırlık veren ve bu yoldan koruma hareketlerine ivme kazandırmayı amaçlayan, bir dizi ilke belirlediği görülmektedir. Dönemine göre oldukça düzeyli ve nitelikli programların oluşmasını öngören ve bu niteliğiyle bir atılımın öncüsü olabilecek bu harekete karşın 1935 yılı, bir başka olumsuz düzenlemeye de sahne olacaktır. Bu olumsuzluğun kökeninde 2845 sayılı “Cami ve Mescitlerin Tasnifine ve Tasnif Harici Kalacak Cami ve Mescit Hademesine Verilecek Muassasat Hakkındaki Yasa” ile cami ve mescitlerin sınıflandırılması ve bunun sonucunda sınıflama dışında kalacak olanların satışı yer almaktadır. Ülke düzeyinde yapılan envanter çalışmaları sonucu saptanan 3456 caminin 1000 kadarının tarihî ve mimarî değeri olduğu belirlenmiş, 914 cami ise “kadro harici” olarak belirlenmiştir.
PARASAL KAYNAKLAR
1950’li yılların hemen öncesinde, 4 kuruluşun bütçesinde eski eserler ve müzecilik için ödenek bulunmaktadır. Bunlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Maarif Vekaleti, Nafia Vekaleti ve Vakıflar Umum Müdürlüğüdür. Genel bütçede, TBMM % 0.01, Maarif Vekaleti % 0.03, Nafia Vekaleti % 0.005 ve Vakıflar Umum Müdürlüğü % 0.07 paya sahiptirler. Bu oranlara göre, koruma ve müzeciliğin 1940-1949 yıllarında genel bütçedeki ortalama payı ise % 0.12 (onbinde oniki) olmuştur.
YEREL YÖNETİMLER VE KORUMA
Yerel yönetimlerin, 1940’lı yıllara kadar koruma olgusuna yaklaşımları ve buna göre gerçekleştirdikleri etkinlikler değerlendirildiğinde, doyurucu bir sonuca varmak olası değildir. 1935 yılında Başvekil İsmet imzasıyla, tüm Bakanlık ve İllere gönderilen bir genelgede, hükümetin tarihi eserlerin korunması için parasal özveride bulunduğu, buna kar.ın, “....imar mefhumunu yanlış anlayan bazı memurların, bu hususta ufak bir ihtisası olmadığı halde görüşleri bakımından ehemmiyetsiz sandıkları çok kıymetli milli eserlerimizi 1580 sayılı “Belediyeler Yasası”na göre, özel mülkiyette bulunan kapalıçarşı, bedesten, arasta, büyük han vb. yapılarla, “tarihi ve bedii” değeri olan saraçhane, tabakhane, imalathane gibi büyük yapıların sahiplerine onarım yapmaları için bildirimde bulunulacak, yapılmadığı takdirde bu onarımlar Belediyeler tarafından gerçekleştirilecektir. 1933 yılında çıkan “Belediye Yapı ve Yollar Kanunu”na göre, korunması istenen eski eserler imar planı üzerinde işaretlenecektir. Yıkmakta ve yıktırmakta oldukları...”nın üzülerek görüldüğü belirtilmiştir.
SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ
İlk örgütlerden bir tanesi, İzmir’de 1927 yılında kurulan, “İzmir Asarı Atika Muhipleri Cemiyeti”dir. Cemiyetin ana tüzüğüne göre uğraşı konusu, “Ulusal tarihsel ve antikite sayılan her çeşit eserler”dir. 1941 yılında kurulan “Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu” (TTOK) da aylık olarak yayınladığı Belleten’inde, eski eserler ve koruma konusunda çeşitli makaleler yayınlayarak konuya katkıda bulunmuştur. Kurum, İstanbul’da, kimi yapıların onarımına parasal katkı da sağlamıştır. Ankara ve İstanbul dışında da eski eser ve müzecilikle ilgilenmeyi amaçlayan sivil toplum örgütleri kurulmuştur. Bunların en tanınmışlarından bir tanesi, “Edirne ve Yöresi Eski Eserleri Sevenler Kurumu”dur. 1935 yılında kurulan bu kurumun amacı Edirne ve yöresinde, taşınır ve taşınmaz “ulusal mimarlık” yapıtları ile, eski uygarlıkların her türlü anıt ve eserlerini korumak ve bu amaca yönelik yayınlarda bulunmak olarak saptanmıştır.
1950 VE SONRASI
BİR KURUM – BİR DÖNÜM NOKTASI: GAYRİMENKUL ESKİ ESERLER VE ANITLAR YÜKSEK KURULU
1951 yılında kurulan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu, hem ilke koyan hem de uygulamaya yönelik karar alan ve yasayla oluşturulmuş ilk kurumdur. Üyeliğinin ömür boyu olması, üyelerin, tamamen kendi görüş, bilgi ve deneyimleri doğrultusunda karar verebilmelerine olanak sağlayan çok önemli bir husustur.
Kurul, 1956 yılına değin, sadece tek yapı ölçeğinde karar almaktaydı. Bu yıl çıkan İmar Yasası, Kurul’a çevre ölçeğinde de bazı yetkiler vermiştir. Bu yetki, Kurul’un giderek “sit” tanım ve kavramlarıyla ilgilenmesi, özellikle “kentsel sit”e yönelik olumlu girişimlerde bulunması sonucunu getirmiştir. Ülkenin korumaya yönelik ilk yasal düzenlemesinin çok ileri bir tarih olan 1973 yılında yapılmış olması, ilginçtir ki, çevre ölçeğindeki korumayla ilgili ilk hükümlerin İmar yasalarında yer alması sonucunu doğurmuştur. 1956 yılında yürürlüğe giren İmar Kanunu’nun, “yapılacak binaların.. eski eserlere ve arkeolojik sahalara olan mesafeleri”nin hazırlanacak tüzüklerle belirlenmesine ilişkin hükmü, planlama/koruma ilişkisini gündeme getiren ilk düzenlemedir. 1973 yılında kabul edilen ve Cumhuriyet tarihinin ilk koruma mevzuatı olma özelliğini taşıyan 1710 sayılı “Eski Eserler Yasası” ise, GEEAYK’ın çevre ölçeğindeki korumayla, bu kez yasal dayanakları çok daha kuvvetli olarak ilgilenmesini sağlamıştır. İmar yasasında kimi değişiklikler yapan 1605 sayılı yasada ise, çevre ölçeğindeki korumaya ilişkin daha ayrıntılı hükümler getirilmiştir. Buna göre, “...eski eser veya tarihi sanat yapılarının ve bunlarla bir bütünlük teşkil etmek üzere muhafazası gerekli çeşme, eski sokak ve meydancıkların muhafazasına dair esaslar, GEEAYK’da mütalaası alınarak...” çeşitli Bakanlıklar tarafından ortak olarak oluşturulacaktır.
Tüm bu hükümler, esas olarak imar planlama ve uygulama etkinliklerini tanımlamayı amaçlayan imar yasalarının parçası olmaktan kurtulamamıştır. Korumayla doğrudan ilgili ilk yasal düzenleme için 1973 yılını beklemek gerekecektir.
CUMHURİYETİN İLK KORUMA YASASI: 1710 SAYILI ESKİ ESERLER YASASI
1906 yılında yürürlüğe giren son Asarı Atika Nizamnamesi, 1710 sayılı yasanın çıkmasıyla yürürlükten kalktığı 1973 yılına değin, 67 yıl kullanılmış ve Osmanlı Devleti’nden kalan en eski mevzuatlardan biri olmuştur. 1710 sayılı yasa, gerek getirdiği tanımlar, gerekse uygulamaya yönelik hükümleriyle bir çok “İLK”i içermektedir. “Sit” ve “koruma alanı” tanımı, bir alan ya da yapının eski eser kimliği kazanması için gerekli sürecin tanımlanması, GEEAYK’a tescil ve onarım kararlarını alma yetkisi verilmesi, imar planlarının yapımında GEEAYK’ın görüşünün alınma zorunluğu ve bu planların korumayı sağlamak amacıyla değiştirilebileceği bu “ilk”lerin bir bölümünü oluşturur. Bunların dışında, devletin, mal sahiplerine onarım için parasal ve teknik yardım yapması ve onlara çeşitli parasal bağışıklıklar tanıması da çağdaş yaklaşımlar olarak değerlendirilmelidir.
Yasanın, yeterli kuramsal, parasal ve örgütsel alt yapı oluşturulmadan çıkartılması, bu yasanın öngördüğü yeni etkinlikleri yeterince uygulayacak deneyim, bilgi birikimi, uzmanlaşma, bütçe olanakları ve yönetsel yapıya sahip olunmaması ise olumsuz noktalar olarak gösterilebilir.
ÇEVRE ÖLÇEĞİNDE KORUMA ETKİNLİKLERİ
1960’lı yıllardan önce, tarihi ve geleneksel çevrenin, tüm ögeleriyle bir bütün olarak korunması ve geliştirilmesine ilişkin örgütlü ve kuralları belirlenmiş bir çabadan bahsetmek olası değildir. İstanbul’da 1958 yılında, İmar Müdürlüğüne bağlı olarak bir “Eski Eserler Bürosu” kurulması ve planlamayla koruma arasındaki ilişkiyi kurması öngörülmüşse de, bu husus, tekil bir girişim olarak kalmıştır. Erzurum, Sivas, Kastamonu ve Urfa imar planlarında, korunması gerekli sokak, meydan ve cephe tanımları getirilmiş, belli bölgeler “Protokol Alanı” ilan edilmiştir. Bu yaklaşımların genellikle mevcut durumu korumayı öngörmesi, gelişme ve işlevsel yenileme gibi müdahalelerden uzak kalması, “pasif koruma” anlayışının bir ürünü olmaktadır.
1973 yılında 1710 sayılı yasanın “SİT” tanımını getirmesi ve korumanın gerektirmesi halinde imar planlarının değişebileceği hükmünü içermesi, imar planlarındaki koruma vurgusunun giderek çoğalmasını öngörmüştür. 1975 yılında gerçekleştirilen “Avrupa Mimari Miras Yılı” etkinlikleri ve bu etkinlikler sonucunda kabul edilen “Amsterdam Deklarasyonu”nda belirlenen ilkeler de birer itici güç olmuştur.
1980’li yıllardan sonra, belgeleme çalışmalarına ağırlık verilmiş ve bu çalışmalar sonucunda belirlenen yapı ve alanlarla ilgili bilgiler, imar planlama hizmetlerinde kullanılmak için, başta İller Bankası olmak üzere, ilgili kuruluşlara verilmiştir. Ancak, gerek 1710 gerekse 2863 sayılı yasalarda, “Koruma İmar Planı” tanımının olması, bu tanımın gerektirdiği değişik teknik ve süreçlerin kullanılması anlamına gelmemiştir. Öyle ki, “Koruma Amaçlı İmar Planları”nın yapımına ilişkin ilk teknik şartname, Kültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında hazırlanabilmiş, salt bu amaca yönelik planların Bakanlık eliyle yaptırılması da yine aynı yıl sağlanabilmiştir.
YENİ YASAL DÜZENLEMELER -YENİ YAKLAŞIMLAR:
1983 senesine gelinceye değin, taşınmazların korunmasına ilişkin 2 temel düzenleme, 5805 sayılı GEEAYK Kuruluş yasası ile, 1710 sayılı EEY’dır. Bu iki düzenlemenin, gerek tanımlar ve kavramlardaki gelişme ve değişmeler, gerekse uygulamaya yönelik kimi aksaklıklar nedeniyle yenilenmesi öngörülmüş ve 1983 yılında 2863 sayılı yasa kabul edilmiştir. Bu yasanın tümü değerlendirildiğinde, kendisinden beklenen ve Türkiye’nin çağdaş koruma dünyasında yerini almasını sağlayacak düzeyde olmadığı kolayca söylenebilir. Anlatımının çapraşıklığının yanısıra, getirdiği kimi yaklaşımlar, bu yasayı, bazı konularda kendisinden öncekilerin de gerisine düşürmüştür. Tanımlarda “kentsel sit”in halen yer almaması, 19. yüzyıl sonuna kadar yapılmış yapıların kültür varlığı kabul edilmesi ve bunun gibi anlaşılmaz koruma ölçütleri getirmesi, hepsinden daha utanç verici olarak, “Devletin imkanları göz önünde tutularak.... yeteri kadar eser”in korunmasını öngörmesi, bu yasanın çıkarıldığı dönemin olağandışı koşullarını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu ilkesel olumsuzluklarına karşın, 2863 sayılı yasanın, çevre ölçeğindeki korumanın bir planlama sorunu olduğunu vurgulaması ve ilk kez “Koruma İmar Planı” tanımını getirmesi, 1951 yılından itibaren süregelen tek ve merkezi bir denetim örgütü yerine, koruma olgusunu yerel ölçeğe taşıyan ikili bir denetim mekanizması oluşturması gibi olumlu yönleri de vardır.
Ülkemiz mevzuatında, Koruma yasaları dışındaki diğer bazı yasalarda da korumanın çeşitli yönlerini ilgilendiren hükümler yer almaktadır. Turizm sektörünü düzenlemeyi ve geliştirmeyi amaçlayan Turizm Teşvik Yasası (1982) turizm bölge ve alanlarının belirlenmesinde, ülkenin doğal, tarihi, arkeolojik ve sosyo-kültürel değerlerinin dikkate alınmasını öngörmekte, Çevre Kanunu (1983) nun amaçları arasında “ülkenin doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması...” yer almakta, Milli Parklar Yasası (1983), “Milli Park”, “Tabiat Parkları”, “Tabiat Anıtı” ve “Tabiatı Koruma Alanı” gibi tanımlar getirerek Kültür ve Tabiat Yasasındaki doğal sitlerle ilgili hükümleri desteklediği gibi, milli parkların bir planlama süreci ile korunabileceğini de öngörmektedir.
ÖRGÜTLER
Korumadan doğrudan sorumlu örgütlerde, 1950’li yılların öncesindeki durum 1970’li yıllara değin sürecektir. Buna göre, Milli Eğitim Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü 2 temel kuruluş olarak görev yapmaktadır. 1973 yılında çıkan 1710 sayılı yasa, bu konuda yeni bir hüküm getirmiş ve Kültür Bakanlığı “...her kimin mülkiyetinde veya idaresinde olursa olsun, taşınmaz kültür varlıklarının korunmasını sağlamak için gerekli tedbirleri almak, aldırmak ve bunların her türlü denetimini yapmak..” ile görevlendirilmiştir. Bu durumda, Kültür Bakanlığı, tüm ülke ölçeğinde korumadan sorumlu üst kuruluş olmuştur. Yine aynı yasaya göre, Milli Savunma Bakanlığı, yönetim ve denetimindeki eski eserlerin korunması ve onarımında Kültür Bakanlığıyla beraber hareket edecektir. Vakıflar Genel Müdürlüğü ise, vakıf eski eserlerin korunması ve kullanılması etkinliklerini, GEEAYK’tan karar almak koşuluyla Kültür Bakanlığından bağımsız olarak yürütebilecektir.
Ülkenin koruma gündemindeki konuların çeşitlenmesi ve sayıca çoğalması, 2863 sayılı yasanın, yerel koruma kurulları oluşturması vb. nedenlerle, tüm hizmetlerin bir tek birim tarafından yürütülemeyeceği görülmüş ve 1989 yılında, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü, 2 ayrı Genel Müdürlük halinde yeniden örgütlenmiştir. Bu bölünme sonucu oluşan birimlerden ilki olan “Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü”, taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarının arkeolojik araştırma ve kazılarla açığa çıkarılmasını, korunmasını ve değerlendirilmesini sağlamak, müzeler ve koruma laboratuvarları kurmak, müzelerin geliştirilmesi, kültür ve tabiat varlıklarının restorasyonu için gerekli önlemleri almakla görevlendirilmiştir. Genel Müdürlük bu hüviyetiyle yatırım ve uygulama ağırlıklı bir konumdadır. İkinci birim olan “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü” ise, Koruma Yüksek Kurulu ve Koruma Kurulları kararlarının alınması ve uygulanması ile ilgili işlemleri yürütmek, buna yönelik olarak, araştırma, inceleme, belgeleme ve koruma planlamasına yönelik hizmetleri yapmakla ve koruma kültürünün geliştirilmesini sağlamakla görevlendirilmiştir. Genel Müdürlük bu kimliğiyle, ilke oluşturucu, araştırmacı ve planlamacı bir görünümdedir.
Başbakanlığa bağlı olan Vakıflar Genel Müdürlüğü, kendi kuruluş yasası ve 1710 sayılı yasada belirlenen yetkileri ile vakıf kökenli yapıların bakım ve onarımından sorumlu en önemli kuruluştur. Genel Müdürlüğün, korumaya yönelik hizmetleri, bünyesinde bulunan Abide ve Yapı İşleri Dairesi tarafından yürütülmektedir. Bu görev, anahatlarıyla, “... Vakıflar Genel Müdürlüğünün yönetiminde bulunan taşınmaz kültür varlığı niteliğindeki yapıların onarımını sağlamak, vakıf eski eserlerin belgeleme ve değerlendirilmesini yapmak ve arşiv oluşturmak, onarılacak yapıların rölöve ve restorasyon projelerini hazırlamak ve onaylamak, yıllık ve beş yıllık onarım programlarını hazırlamak” şeklinde tanımlanmaktadır. Genel Müdürlük, 1990 yılına değin, 4544 cami ve mescit, 273 medrese, darüşşifa ve bimarhane, 410 han ve kervansaray, 307 zaviye, imaret ve tekke, 1164 türbe ve 300 adet sübyan mektebi, sebil ve şadırvanı belgelemiştir.
1983 yılında çıkan 2863 sayılı yasa, GEEAYK’ın hem ilke koyan hem de karar oluşturan ikili yapısı yerine, ilke oluşturmayı merkezi bir üst kuruma (Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu), karar oluşturmayı ve yerel ölçekte denetimi ise içinde Yerel Yönetimlerin temsilcilerinin de bulunduğu bölgesel Koruma Kurullarına bırakan olumlu bir adım içermektedir. Koruma Kurullarının gündemlerine ilişkin olarak 1993 yılında yapılan bir araştırmada, Kurulları en fazla meşgul eden konunun “sit alanlarındaki yeni yapılaşma” (%35) olduğu görülmüştür. Bunu, kültür varlıklarının tescili, onarım projeleri ve korumanın planlama boyutuyla ilgili çalışmalar izlemektedir. Koruma Kurulu’nun gündeminde yer alması gerekmeyen kimi bürokratik sorunlar ise, gündemde %15 oranında yer almaktadır.
Korumanın çeşitli boyutlarıyla dolaylı olarak ilgilenen Kamu Kurum ve Kuruluşları da vardır. Bunların bir bölümü, kendilerine özgü yasalarından aldıkları yetkileri kullanmakta, bir bölümü ise daha genel içerikli yasalardan yola çıkarak korumaya katkıda bulunmaktadırlar. Bu kuruluşlardan belli başlıları TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı, Maliye Bakanlığı - Milli Emlak Genel Müdürlüğü, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı (İmar Yasası, Kıyı Yasası), Orman Bakanlığı - Milli Parklar Genel Müdürlüğü ( Milli Parklar Yasası), Turizm Bakanlığı (Turizmi Teşvik Yasası), Çevre Bakanlığı (Çevre Yasası), Çevre Bakanlığı - Özel Çevre Koruma Kurulu Başkanlığıdır.
YILLIK VE 5 YILLIK PLANLARDA KORUMA
T.C. Anayasa’nın 50. Maddesinde, “Devlet, tarih ve kültür değeri olan eser ve anıtların korunmasını sağlar” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm, korumanın bir devlet görevi olduğunu gösterir. Devletin bu konudaki tavırlarını ve yaklaşımlarını belirlemek için yıllık ve 5 Yıllık Program ve İcra Planlarında konuyla ilgili olarak yer alan önlemlerin incelenmesi gerekmektedir. Bu belgelere göre doğrudan korumaya yönelik önlemler, 1975 yılından itibaren belirlenmeye başlamış ve “Tesbit-Tescil”, “Fiziksel Planlama”, “Konut”, “Koruma/Turizm” ve “Çevre Sorunları” başlıkları altında yer almıştır. Örneğin, kentsel dokunun korunmasıyla ilgili önlemler incelendiğinde, ilk kez 1976 yılında, tarihi alanların öncelikli planlamasının gündeme getirildiği, 1977 yılında konut dokusuyla ilgili kararlar getirildiğini, 1979 yılında da tarihi çevrenin bir bütün olarak korunmasının vurgulandığı görülmektedir. 1983’e kadarki dönemde en ağırlıklı kuruluş, Milli Eğitim Bakanlığı ve daha sonra görevi devralan Kültür Bakanlığıdır. Vakıflar Genel Müdürlüğü, İmar ve İskan Bakanlığı ile Turizm Bakanlığı da diğer ağırlıklı kuruluşlar olarak önlemlerde yer almaktadırlar. 1983 yılında, yeni yasanın çıkması ve Parlamenter düzene dönülmesi, icra planlarında da değişim yaratmıştır. Bu yıldan itibaren, planlardaki önlemler çeşitlenmiş ve ayrıntılanmaya başlamış, 1983-1997 yılları arasındaki icra planlarında envanter çalışmalarına ağırlık verilmesi, korunması gerekli yapı ve alanlar için, teşvik ve destek mekanizmaları gerçekleştirilmesi, Yerel yönetimlerin koruma etkinliklerine katılımının sağlanması, koruma planlarının yapılmasına hız verilmesi gibi hükümler yer almıştır.
KORUMA’NIN EĞİTİM BOYUTU
1960’lı yıllara gelinceye değin, taşınır ya da taşınmaz kültür varlıklarının korunması konusunda eğitim veren bir kuruluş bulunmamaktaydı. Bu alanda çalışanlar, çoğunlukla, kişisel ilgilerini “usta-çırak” ilişkileri içerisinde geliştirmiş ve korumanın çeşitli alt başlıklarında deneyim kazanmışlardı. Köken meslek olarak ise, arkeolog, sanat tarihçi ve mimarların çoğunlukta olduğu görülmektedir. Türkiye’de koruma eğitimi ilk kez 1966 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi bünyesinde başlatılmıştır. ODTÜ’den sonra, sırasıyla, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Üniversitesi) ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde de Yüksek Lisans eğitimi veren bölümler açılmıştır. 1990’lı yıllara doğru, bu kez, uygulamaya yönelik eleman yetiştirilmesinden yola çıkılarak 2 yıllık Meslek Yüksek Okulları kurulmaya başlanmıştır. Bu okullar, kendilerine özgü programlar oluşturmuşlar ve belli konularda uzmanlaşmayı yeğler bir tutum içine girmişlerdir. Halen, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi bünyesinde kurulan Meslek Yüksek Okulları dışında, Edirne’de Trakya Üniversitesi, Safranbolu’da Karaelmas Üniversitesi, Ankara’da Ankara Üniversitesi’ne bağlı meslek yüksek okulları bulunmaktadır.
YEREL YÖNETİMLER VE KORUMA
Yerel yönetimlerin gerek Valilikler gerekse Belediyeler olarak, koruma konusunda başarılı bir grafik çizdiklerini söylemek zordur. 1950’li yıllarda hız kazanan kentleşme olgusu, “imar” hareketlerini ön plana çıkarmış, bu süreçte kültürel ve doğal değerlerin korunması ve geliştirilmesine gereken özen gösterilmemi.tir. Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun sit alanı ilan ettiği yerleşmelerde 1970’li yıllardan sonra başlatılan korumaya yönelik planlama, özellikle Belediyelerin bu konuda etkin rol almasını gerektirmiş, ancak kimi nedenlerle, planlama/uygulama birlikteliği yeterince sağlanamamıştır. Yerel yönetimler genellikle koruma kararlarının, imar kararları ile çelişki yarattığı, koruma kararı alınan alanlarda yeterli uygulama yapılamadığı, korumaya yönelik planların yapımının çok uzun sürdüğü ve uygulanabilir nitelikte olmadığı, konuyla ilgili uzman kadroları olmadığı, yeterli parasal kaynaklarının bulunmadığı ve bu konuda merkezi yönetimin istenen desteği vermediğinden yakınmaktadırlar.
Bu yakınmaların kimi küçük değişikliklerle günümüzde de sürdüğü söylenebilir. 2863 sayılı kanunun bazı maddelerini değiştiren ve 1987 yılında yürürülüğe giren 3386 sayılı kanunun, Koruma Kurullarında oy verme yetkisiyle Valilik ve Belediye temsilcilerinin yer almasını öngörmesi, yerel yönetimlerin korumaya sahip çıkmalarında çok önemli bir adım olarak görülmelidir. Buna karşın, yeterli uzman personelin bulunmayışı, yerel yönetimlerin ağırlığını azaltmaktadır.
SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ
1950’li yıllardan sonra da eski eser ve koruma alanında birçok sivil toplum örgütü kurulmuş ve etkinlik göstermiştir. 1950’li yıllardan önce kurulan Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu 1980’li yılların başına kadar konuyla ilgili çeşitli yayınlar gerçekleştirmiş, Bursa kent merkezinde birçok anıtsal yapının onarımına katkıda bulunmuştur. Yine 1920’lerde kurulan ve İstanbul’da başta Soğukçeşme Sokağı olmak üzere birçok köşk ve benzeri kültür varlığını turizme kazandıran Turing ve Otomobil Kurumu bu etkinliklerinin yanısıra yayınladığı kitaplarla da kent tarihine ve korumaya katkıda bulunmuştur.
Bir başka örgüt olan Tarihi Evleri Koruma Derneği 1976’da kurulmuştur. Amacı, geleneksel konutların korunması konusunda bilinç oluşturmak, sorunları belirlemek ve ilgili kuruluşların dikkatini çekmek olarak özetlenebilir. 1978’de EUROPA NOSTRA Birliğine giren derneğin en önemli etkinliği 1983 yılından bu yana değin sürdürdüğü Tarihi Türk Evleri Haftasıdır. 1965’te kurulan Yapı Merkezi özellikle yayın alanında korumaya katkıda bulunmakta, bunun yanısıra korumaya yönelik proje ve uygulamalar da yürütmektedir. 1976 yılında Turizm Bakanlığının girişimiyle kurulan Türkiye Anıt Çevre ve Turizm Değerlerini Koruma (TAÇ) Vakfı korumaya yönelik proje ve uygulama hizmetleri yapmaktadır. Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma (ÇEKÜL) Vakfı, diğerlerine oranla yeni bir kuruluş olmasına karşın, gerek kültürel ve gerekse doğal değerlerin korunması ve geliştirilmesi konusunda en etkili kuruluşlardan bir tanesidir.
Mesleklere bağlı olarak kurulan sivil toplum örgütleri olan Arkeoloji ve Arkeologlar Derneği, Müzeciler Derneği ve Koruma Uzmanları Derneği de korumaya yönelik olarak etkinliklerini sürdürmektedir.
Sadece birkaç örneği verilen ve ağırlıklı olarak taşınmaz kültür varlıklarını korumayı ve değerlendirmeyi amaçlayan bu kuruluşların yanısıra, doğal çevrenin korunması ve geliştirilmesi alanında 1955’te kurulan Türkiye Tabiatını Koruma Derneği, 1972’de kurulan Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu, 1975’te kurulan Doğal Hayatı Koruma Derneği, 1978’de kurulan Türkiye Çevre Sorunları Vakfı ve TEMA Vakfı önemli hizmetler yapmış ve yapmakta olan sivil toplum örgütleridir.
Bu sivil toplum örgütlerinin yanısıra yarı kamusal nitelikli 2 kuruluş daha bulunmaktadır. UNESCO bünyesinde görev yapan iki uluslararası kuruluşun Türkiye uzantısı olan ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi) Türkiye Milli Komitesi ile ICOM (Uluslararası Müzecilik Konseyi) kendi alanlarında kısıtlı da olsa çeşitli etkinlikler yapmaya çalışmaktadırlar. Bir diğer kamu hizmeti gören kurum Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) bünyesinde görev yapan Mimarlar Odasıdır. Özellikle üyeleri arasında iletişim sağlamak, kamu bilinci oluşturma ve geliştirmek, ilgili kamu kuruluşlarına çeşitli konularda görüş bildirmek gibi görevlerini ülke ölçeğinde sürdürmektedir.
ULUSLARARASI İLİŞKİLER:
Kültür varlıklarının korunması ve değerlendirilmesiyle ilgili olarak, Birleşmiş Milletler örgütü ve Avrupa Konseyi’nin çeşitli birimlerinde uzun yıllardır kapsamlı çalışmalar sürdürülmektedir. Türkiye’nin daha çok UNESCO kapsamında yürütülen ve taşınır eserleri kapsayan bu çalışmalarla ilgisi, 1975 yılında ilan edilen “Avrupa Mimari Miras Yılı” ile yoğunlaşmış ve taşınmaz kültür varlıklarının bir sit bütünlüğü içerisinde korunmaları ve geliştirilmelerine yönelik olarak belirlenen ilkeler, ülkemizde onarım ve koruma planlaması etkinliklerini önemli ölçüde etkilemiştir.
Taraf olduğumuz temel belgelerden ilki, 1982 yılında, 2658 sayılı yasayla kabul edilmiş bulunan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme”dir. UNESCO’nun, 1972 yılında Paris’te toplanan 17. Genel Kurulunda kabul edilen bu sözleşme, kültürel ve doğal mirasın sadece o ülke insanlarının değil, tüm dünyanın ortak malı olduğu kavramını getirmiş ve üye ülkeleri, “Kültürel ve doğal mirasa, toplumun yaşamında bir işlev vermeyi ve bu mirasın korunmasını kapsamlı planlama programlarına dahil etmeyi amaçlayan genel bir politika benimsemeye” çağırmıştır. Sözleşmenin getirdiği en önemli yeniliklerden bir tanesi de, her ülkenin saptanmış ölçütlere göre “evrensel” olarak nitelendirdiği yapı ve alanlarından oluşan bir liste yapması ve “Dünya Miras Listesi”nde yer almak üzere UNESCO’ya başvurmasıdır. Halen 500’den fazla kültürel ve doğal nitelikte yapı ve sit içeren bu listede, Türkiye’den, İstanbul, Kapadokya, Nemrut Dağı anıtları, Divriği Ulu Camisi, Safranbolu, Boğazköy, Xanthos-Letoon Örenyeri, Troia ve Pamukkale (Hierapolis) yer almaktadır.
Taraf olduğumuz ikinci sözleşme, 1989 yılında onaylanan “Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesi”dir. 1985 yılında, Granada’da Avrupa Konseyine üye ülkeler tarafından kabul edilen bu sözleşmeye göre, ülkeler, mimari mirasın korunması için yasal önlemler almayı ve bu önlemler çerçevesinde her ülkeye ve bölgeye özgü yöntemlerle, anıtları, bina guruplarını ve sitleri korumayı üstlenmiş bulunmaktadır.
Türkiye, yukarıda sıralanan temel belgelerin yanısıra, aşağıda bir bölümü verilen uluslararası belgelere de taraf olarak imza koymuş bulunmaktadır:
• Silahlı bir çatışma halinde, Kültür mallarının korunmasına ilişkin sözleşme, La Haye/1954
• Kültür Varlıklarının kanunsuz ithal, ihraç ve mülkiyet transferinin önlenmesi ve yasaklanması için alınacak önlemlere ilişkin sözleşme, Paris/1970
• Özellikle su kuşları yaşama ortamı olarak uluslararası öneme sahip sulak alanlar hakkında sözleşme, Ramsar/1971
• Avrupa’nın yaban hayatı ve yaşama ortamlarını koruma sözleşmesi, Bern /1979
• Akdeniz’de Özel Koruma Alanlarına ilişkin protokol, Cenevre/1982
• Arkeolojik Mirasın korunmasına ilişkin Avrupa Sözleşmesi, Malta/1992
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından, Akdeniz’in korunması için oluşturulan “Akdeniz Eylem Planı” da ülkemizin etkinlik gösterdiği bir diğer uluslararası projedir. Bu plan içerisinde yer alan öncelikli eylem alanlarından bir tanesi de Akdenizde yer alan 100 tarihi sitin korunması ve geliştirilmesi için pilot araştırma ve uygulamalardır. Bu 100 tarihi sit içerisinde, ülkemizden, Antalya, Aspendos, Bursa, Didyma, Efes, Fethiye Ölüdeniz, Bodrum, İstanbul, Kaunos, Kekova, Knidos, Milet, Bergama, Phaselis, Priene, Troia ve Xanthos yer almaktadır.
Uluslararası kuruluşların örgütlediği uluslararası nitelikli kampanyalardan, ülkemiz de pay almıştır. 1976 yılında, Avrupa Konseyi’nin İstanbul’u “uluslararası çabalar aracılığıyla desteklenmesi gereken” bir tarihi şehir kabul etmesi, UNESCO’yu harekete geçirmiş, yoğun görü.meler sonucunda, 1980 yılında, Belgrad’da toplanan UNESCO Genel Kurulu, İstanbul ve Göreme’nin belirli bölümlerinin korunması için uluslararası bir kampanyanın başlatılmasını kararlaştırmıştır. Kampanya, 1983 yılında, dönemin Genel Sekreteri Amadou M’Bow tarafından başlatılmıştır. Bu konuda, İstanbul’da ve Göreme’de sürdürülen çeşitli proje çalışmalarının yanısıra, Göreme’de, kaya oluşumunun ve kiliselerde yer alan fresklerin korunması için uygulamalar da gerçekleştirilmiştir. Ancak, bu çalışmalar, uluslararası bir kampanyanın gerektirdiği katkıdan yoksun kalmış, yeterli ve istenen düzeye ulaşamamıştır.
DÖNEMİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye’de koruma olgusu iki temel zaman dilimine ayrılarak incelenebilmektedir. 1950’li yılların başlarını bu iki zaman diliminin ara kesit olarak kabul edersek, dönemin değerlendirilmesi de 2 ana bölümde yapılabilecektir.
İlk dönemi oluşturan 1920-1950 arasında şu saptamalar yapılabilmektedir:
• Onyılların temel niteliklerine bakıldığında, 1920-30 arasının bir geçiş ve hazırlık dönemi olduğu, ikinci onyılda (1931-1940) yasal ve örgütsel düzeyde en çok etkinliğin gerçekleştiği, 1940-1950 yıllarının ise, kurumsallaşma açısından daha oturmuş bir görünüm verdiği görülür.
• Koruma, konuyu benimsemiş ve inanmış bir kamuoyuna dayanmayan bir “üst yapı kurumu”dur.
• Konunun yerel yöneticilere ve geniş halk kitlelerine aktarılması konusunda yeterli programlar oluşturulduğu da söylenemez. Konu, bazı devlet organlarının (Maarif Vekaleti, Vakıflar Umum Müdürlüğü vb) merkez örgütlerinde görev yapan birkaç “inanmış” kişinin dışında ilgi çekmemekte ve taraftar bulmamaktadır.
• Kültür varlıklarının, çeşitli yasalarla, değişik kurum ve kuruluşların yönetimine bırakılması çoğunlukla olumsuz sonuçlar vermiştir. Zaten kısıtlı olan parasal kaynaklarla, nicelik ve nitelik olarak yetersiz düzeyde olan uzman personelin birleştirilip güç kazanılması yeğlenmemiş, mevcut kaynaklar dağıtılarak zayıflatılmış, bu nedenle etkinlikleri kısıtlanmıştır.
• Kültürel varlıkların korunması program ve eylemleri, çoğunlukla müzecilikle koşut olarak ele alınmıştır. Vakıf kurumu kendine özgü yapısı ve mal varlığı ile ayrı tutulabilirse de, diğer etkinlikler “Müzeler” örgütü eliyle yürütülmüştür.
1950 yılından günümüze değin geçen süreç değerlendirildiğinde ise şu hususlar ön plana çıkmaktadır.
• “Koruma” 1950 öncesi gibi olmasa bile yine de bir üst yapı kurumudur. Geniş halk kitlelerine yeterince indirilememiş ve benimsetilememiştir. Çünkü bu kitleler, korumanın tanımındaki “kamu yararına kısıtlılık” sözcüğüne itibar etmemekte, “kişisel yarar için kullanım özgürlüğü”nü yeğlemektedirler. Ayrıca koruma olgusu bugüne değin, “sempatik yüzlü”, “benimsenebilir” ve “sürdürülebilir” bir giysi içerisinde sunulmamıştır. Bunun nedenleri arasında, yasal düzenlemelerin çoğunlukla neyin yapılacağını değil, neyin yapılmayacağını açıklaması, bürokrasinin yapılanmasındaki katılık ve oyunun kurallarının konmasında sergilediği paylaşımsız tavır, koruma konularındaki kararların şeffaf bir ortamda üretilmemesi ve dokunulmaz sayılması yer alır.
• Koruma bir kalkınma faktörü haline gelememiştir. Çünkü, kalkınmanın gerektirdiği “uzun erimli” önlem belirlemek, yeterli ölçüde düşünsel, parasal ve insan kaynağına yönelik alt yapıyı oluşturmak ve bundan sonra eyleme geçmek bir devlet politikası haline gelememiştir,
• Kültürel değerlerin korunmamasını ve hatta tahrib edilmesini uluorta söyleyen kimse yoktur. Ancak, çoğunluk, korumanın kendi mülkiyetinden sonra başlaması gerektiğinde hemfikirdir,
• 1950 öncesinden süregelen bir kurumsal sorun, 1990’lı yıllara kadar devam etmiştir. Bu sorun, taşınmaz kültür varlıklarının korunması ile müzecilik hizmetlerinin, aynı kuruluşun çatısı altında ve hemen hemen aynı personelle sürdürülmeye çalışılmış olmasıdır. Bu husus, müzeciliğin lehine ve korumacılığın aleyhine olmuş ve koruma sektörünün geç atılım yapmasına neden olmuştur.
• Korumanın bir planlama sorunu olduğu giderek anlaşılmıştır. Ancak bu sadece fiziksel boyutlu değil, sosyal, ve kültürel boyutları da olan bir planlama olmak durumundadır. Diğer boyutların yeterince tanımlandığı ve uygulamada gerekli yeri aldığı söylenemez,
• Korumayla doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili kuruluşlar arasında gerekli eşgüdüm ve işbirliği yoktur. Bu husus, kimi hizmetlerin birkaç kez yapılması sonucunu doğurmaktadır,
• Koruma sektöründeki yatırımlar daha çok kamu sektörü tarafından gerçekleştirilmektedir. Özel sektör, bu konuya, karlı olması ve yatırımın ivedilikle geriye dönmesi koşuluyla girmektedir. İtici gücün turizm ve eğlence olduğu bu tür girişimler, doğal olarak, konut olarak kullanılagelen geleneksel yapı stokunun korunması ve değerlendirilmesinde etkili bir çözüm oluşturamamaktadır,
• 1970’li yıllardan sonra, kamu kurum ve kuruluşlarının bütçe olanakları göreceli olarak artmışsa da bu artış, gerek kamusal yatırımların yeterli düzeye çıkarılmasında, gerekse kültür varlığı sahiplerine verilecek parasal desteğin sağlanmasında etkin bir girdi olamamıştır.
KAYNAKÇA:
KİTAPLAR VE MAKALELER:
* AKK (1935), Anıtları Koruma Komisyonunun 1933-1935 Yıllarındaki Çalışmaları, Türkiye Antikiteler Yurdudur, İstanbul.
* Feridun AKOZAN ( 1977), Türkiye’de Tarihi Anıtları Koruma Teşkilatı ve Kanunları, DGSA Yüksek Mimarlık Bölümü Rölöve ve Restorasyon Kürsüsü Yayını, No: 4, İstanbul.
* Remzi Oğuz ARIK (1953), Türk Müzeciliğine bir Bakış, İstanbul.
*Sümer ATASOY (1979), Müzeler ve Müzecilik Bibliyografyası, İstanbul, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayını.
• Cumhuriyetten Önce ve Sonra Vakıflar, İstanbul.
• EYEESK (1935), Edirne ve Yöresi Eski Eserleri Sevenler Kurumu Tüzüğü, İstanbul.
• Nurettin Can GÜLEKLİ (1948), Eski Eserler ve Müzelerle İlgili Kanun, Nizamname ve Emirler, Ankara.
• (1936), İzmir Antikite Severler Sosyetesi Esas Nizamnamesi, İzmir.
• Hamit Zübeyr KOŞAY (1932), Tarihi Abidelerimizi Koruyalım, CHP Neşriyatı, Ankara.
(1973), “Cumhuriyet Devrinde Türkiye Müzeleri”, Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları : 41, Ankara.
• Ahmet MUMCU (1969), “Eski Eserler Hukuku ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 3-4/XXVI, 1-2/XXVIII.
• Aziz OGAN (1938), “Cumhuriyet Devrinde Arkeoloji Çalışmaları ve Müzeler”, Yeni Türk, 6 (71), s. 444-451.
1947) “Türk Müzeciliğinin Yüzüncü Yıl Dönümü”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, Sayı: 62 (Mart 1947), s. 8-21.
• Özer OZANKAYA (1994), Cumhuriyet Çınarı, Kültür Bakanlığı, Atatürk Dizisi, Ankara.
• Mehmet ÖNDER (1989), “Atatürk ve Müzeler”, IX. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Cilt:3, s. 1837-1841.
• Coşkun ÖZGÜNEL (1986), “Cumhuriyet Dönemi Türk Arkeolojisi” Belleten, L/198, s. 895-914, TTK Yayını.
• Nazif ÖZTÜRK (1995), Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 144, Ankara.
• (1933), Tarihi Abidelerimizi Korumaya Mecburuz, İstanbul.
• (1946), Türkiye Tarihi Anıtları (Öntasarı), Ankara.
• “Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Murakabe ve İdare Heyetleriyle İstanbul’u Sevenler Grubu’nun 6 Ağustosta Toplanan 1947 yılı 9uncu Müşterek İçtimaının Zaptı”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, Sayı: 67, Ağustos 1947, s. 3-8.
• Ali Saim ÜLGEN (1943), Anıtların Korunması ve Onarılması, Ankara.
• İpek (Çerçel) YALÇIN (1988), Attitude of Government Towards Conservation of Heritage in Turkey, Between 1930-1950, Master’s Thesis in Restoration-Architecture, Middle East Technical University.
• (1943), Yirminci Cumhuriyet Yılında Vakıflar, Ankara.
TEMEL KANUNLAR:
• Hilafetin İlgasına Müteallik Kanun, 3.3.1340 (1924) / 341.
• Şer’iye ve Evkaf, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun, 3.3.1340 (1924)/429.
• Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, 30.11.1341 (1925) / 677.
• Şose ve Köprüler Kanunu, 2.6.1929 / 1525.
• Belediyeler Kanunu, 3.4.1930 / 1580.
• Maarif Vekaleti Merkez Teşkilatı ve Vazifeleri Hakkında Kanun, 10.6.1933 / 2287.
• Müze ve Rasathane Teşkilat Kanunu, 23.6.1934 / 2530.
• Vakıflar Kanunu, 2762.
• Cami ve Mescitlerin Tasnifine ve Tasnif Harici Kalacak Cami ve Mescit Hademesine Verilecek Muassasat Hakkında Kanun, 15 Teşrinisani 1935 / 2845.
• Vakıflar Umum Müdürlüğü Teşkilatı Hakkında Kanun, 17.6.1938 / 3461.
• Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Teşkiline ve Vazifelerine Dair Kanun, 2.7.1951 / 5805.
• İmar Kanunu, 9.7.1956 / 6785.
• Aslında Vakıf Olan Tarihi ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanun, 10.9.1975 / 7044.
• Hususi şahıslara ait Eski Eserlerle Tarihi Abidelerin İstimlaki Hakkında Kanun, 28.2.1960 / 7463.
• La Haye’de 14 Mayıs 1954 tarihinde İmzalanan “Silahli Bir Çatışma Halinde Kültür Mallarının Korunmasına Dair Sözleşme” ile bu Sözleşmenin Tatbikatına ait Tüzük, Protokol ve Kararlara Katılmamızın Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun, 2.4.1965 / 563.
• Orman Bakanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, 8.6.1972 / 1595.
• 6785 Sayılı İmar Kanunununda bazı Değişiklikler Yapılması Hakkında Kanun, 11.7.1972 / 1605.
• Eski Eserler Kanunu, 25.4.1973 / 1710.
• Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Teşkiline ve Vazifelerine dair 2 Temmuz 1951 tarihli ve 5805 Sayılı Kanunda bazı Değişiklikler Yapılması Hakkında Kanun, 18.6.1973 / 1741.
• Turizm Teşvik Kanunu, 12.3.1982 / 2634.
• Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmeye Türkiye Cumhuriyeti’nin Katılmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun, 14.4.1982 / 2658.
• Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 21.7.1983 / 2863.
• Çevre Kanunu, 9.8.1983 / 2872.
• Milli Parklar Yasası, 1983 / 2873.
• Boğaziçi Kanunu, 18.11.1983 / 2960.
• İmar Kanunu, 3.5.1985 / 3194.
• 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda Bazı Değişiklikler Yapılması Hakkında Kanun, 17.6.1987 / 3386.
• Kültür Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 24.1.1989 / 354.
• Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun, 13.4.1989 / 3534.
• Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığının Kurulmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 19.10.1989 / 383.
• Kıyı Kanunu, 4.4.1990 / 3621.

Hiç yorum yok: