Türk Kültürüne Yönelik Arkeolojik Çalışmalar Ve Sorunları-Oluş Arık

Bugün resmî ve genel bir deyim haline gelen ‘maddî kültür varlıkları’ibaresiyle anılan ve sanat kaygısı taşısın, taşımasın, geçmişte insan tarafından üretilen tüm nesneleri araştırıp değerlendirmeyi ve buna dayanarak bu üretimi yapan birey ve toplumların nitelikleriniyorumlamayı amaçlayan bilimsel çalışmalar Arkeoloji kapsamına girer.Yalnız sanat kaygısıyla geçmişte üretilmiş maddî kültür varlıklarını araştırıp incelemek yoluyla bunları yaratan bireyleri ve toplumsal çevrelerini bilimsel olarak yorumlama-değerlendirme çalışmaları ise Sanat Tarihi'nin görevleri arasındadır.**Her iki alanda da maddî kültür varlığı ve görsel biçim esastır. Bunlar olmadan her iki alan da işleyemez. Yalnızca psikolojik veya ‘manevî’ denen nitelikte, maddî nesne ve biçimden yoksun varlıklar tek başlarına bu alanların konusu olamazlar.**Batı kültürünün etkisiyle Türkiye'ye giren bu ilgi alanının ve kurumlaşmasının buradaki gelişmesi Batı'dakiyle aynı sırayı izlemiştir:İster Osmanlı, ister Cumhuriyet döneminde olsun Türkiye'de de, önce Eski Çağ uygarlıklarının maddî kültür varlıklarına yönelik araştırma ve öğretim programları gelişmiş; ülkenin tarihî mirası ile ilgili yasal düzenlemeler öncelikle **Çok daha sonra, Batı'da Türk ve İslâm uygarlıklarına yönelik maddî kültür araştırmalarında belli bir uzmanlık düzeyine erişilen bir dönemde, özellikle Almanya'dan davet edilen sanat tarihçiler, Türkiye'de Batı Sanatı Tarihi'nin yanı sıra, Türk ve İslâm toplumlarının sanat tarihinin araştırma, inceleme ve öğretimini de yerleştirdiler: 1947'de ‘Viyana Ekolü’nden Prof. Dr. Ernst Diez İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Sanat Tarihi Kürsüsünü; 1954'te hem ‘Viyana Ekolü’, hem Berlinli İslâm Sanatı Tarihçileri geleneğine bağlı Prof. Dr. Katharina Otto-Dorn Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ‘Sanat Tarihi ve Türk Sanatı’ Kürsüsünü kurdular.**Atatürk'ün Türk tarihini aydınlatacak bilimsel araştırmalar için kurduğu Türk Tarih Kurumu bile 1980'li yıllara kadar Türk çağına yönelik arkeoloji ve sanat tarihi araştırmalarına ilgi ve desteğini esirgemiştir. Sedat Çetintaş ve Remzi Oğuz Arık'ın ileride değineceğimiz kazılarına TTK desteği, bu alanda özel şartlar sonucu gerçekleşmiş iki istisnadır.**Bu arada bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şu noktayı da vurgulamak gerekir: 1920-30 arasında, Türkiye'de Celal Esad Arseven, yurt dışında ise ‘Viyana Ekolü’nden (Macar asıllı) Heinrich Glück, hemen aynı zamanda yayınladıkları eserleriyle Türk Sanatı Tarihi kavramını ortaya atmışlardır.*Öte yandan, İstanbul ve Ankara'da Alman bilginlerce Sanat Tarihi kürsülerinin kurulması arasında, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Kürsüsünün eski başkanı Prof. Remzi Oğuz Arık'ın 1949'da Ankara İlahiyat Fakültesi'nde ‘Türk ve İslâm Sanatları Tarihi’çalışmalarını başlattığını da belirtmeliyim.**Çok kaba çizgilerle özetlenen bu gelişme tablosu, Türkiye'de Türk Sanatı Tarihi'ni bilimsel uzmanlık alanı olarak ele alabilecek bir kurumlaşmanın ne kadar geç gerçekleştiğini göstermektedir.**Fakat ne var ki, İslâm ve Türk toplumlarının sanatları, Batı Sanatı ve Estetiği anlayışına göre oluşmuş ‘güzel sanatlar’ tanımlarına ve sınıflamalarına uymaz. ‘Uygulamalı sanatlar’ ve ‘etnografik eserler’ kategorisi ile bu sanat varlıkları arasındaki sınırı belirlemek çok zordur. Üstelik bu kültürlerin mimarlık ve şehircilik mirası, çoğunlukla bugün de üzerinde yaşamaya devam edilen çevrelerde yer aldıkları için, ya göçük ve toprak altında, ya sonraki yapılanmaların altında, yahut ta değişiklik işlemlerinin arkasında kalmıştır.**Böylece hem doğalarının gereği, hem de bugünkü durumları dolayısıyla bu Orta Çağ Kültürlerinin maddî mirası, ‘arkeolojik yaklaşımla’ da ele alınmak zorundadır. Bu doğrultuda uzmanlaşma oluşturacak düzenli ve devamlı çalışmaları, Türk arkeologlar bugüne kadar üstlenmediler. Türk ve İslâm çevrelerininkiler başta olmak üzere, Orta Çağ kültürleri ile ilgilenmediler; bu yönde bir araştırma ve öğretim programı yapmadılar; bu konularla ya hiç uğraşmadılar; ya da sadece bir kısmı, rastlantı ile, esas hedefleri olan Eski Çağ varlıklarına ulaşmadan Orta Çağ kalıntıları ile karşılaşınca bunların rapor edilmesi ve geçici korunması anlamında ilgi gösterdiler. Bu varlıkları temel konu alan uğraşlar, Türkiye'de az rastlanan bir hobi olarak kaldı!**Bunları vurgulayışım asla, arkeologları bu alanın gelişmesini önlemekten sorumlu tutmak veya onları suçlamak için değildir. Burada yalnızca bilim alanlarımızın gelişme tarihine ilişkin bir durum tespiti yapmaktayım.**1950'lerden itibaren coşan yeni bir imar dalgası, tarihî mirasımızın zararına gelişmeler de gösterince, Türkiye gündemine bir ‘restorasyon’sorunu eklenmesine yardım etmiştir. Böylece bilimsel Türk Sanatı Tarihi araştırmaları başlamadan, yerleşip kurumlaşmadan ve bu alanda uzmanlar yetişmeden önce, Türk Sanatı eseri kabul edilen varlıkların, bakım ve onarımını üstlenen ’heveskârlar’ ortaya çıkmıştır. Bunların kimisi tarihe meraklı mimar, kimisi antikacı olmakla beraber, sadece para hırsı ile bu işlere girişenleri de çoktu. Taşınır ve taşınmaz türden pek çok Türk çağı eseri bu durumun sonucunda ya onulmaz yaralar aldı, kayıplar verdi, ya da tümüyle yok oldu sayılacak derecede değişti.**Aslında bu gibi faaliyetleri ancak Orta Çağ ve sonrasının sosyo-kültürel yapı ve olaylarını araştırıp incelemek ve öğrenmek zorunda kalmış; bu dönemlerin tarihî gelişmeleriyle, maddî kültür varlıklarının değerlendirilmesiyle uğraşmakta birikim sağlamış uzmanlarca gerçekleştirebilirdi. Türkiye'de, bu niteliklere sahip uzman kesimini zamanla Sanat Tarihçiler oluşturmuştur.**1950'li yılların sonlarında bilim adamı düzeyine ulaşmış sanat tarihi uzmanları, Orta Çağ kalıntıları üzerlerinde kazılar yapmaya yöneldiler. Böylece sanat tarihçiler Orta Çağ'dan itibaren günümüze doğru gelen uygarlıkların maddî mirasını hem sanat tarihi, hem de arkeoloji yaklaşımlarıyla değerlendirmeye giriştiler; bu yolda bilgi, deney, hüner birikimi oluşturdular.* *Gerçi, yukarıda belirttiğim gibi, Arkeolojik Yaklaşım kapsamına girecek inceleme ve değerlendirme biçimleri Türk-İslâm Sanatı Tarihi araştırma ve öğretiminin doğasında vardı. Fakat, Arkeoloji'nin başta gelen araştırma yöntemi olan Kazı eylemine geçiş te, Türkiye'de Orta Çağ ve sonrasına yönelik arkeolojinin sanat tarihçiler tarafından kurulup geliştirilmesinin başlangıcı gibi değerlendirilebilir.**Türk kültürüne yönelik arkeolojik kazı ve araştırmaların özetli bir kronolojik listesini Prof. Dr. Rüçhan Arık, ‘Türk Kültürüne Yönelik Arkeolojik Araştırmalar ve Kubad Abad Kazısı’ (Remzi Oğuz Arık Armağanı, Ankara 1987, s.71-98) makalesinde yayınlamıştır.**Türk-İslâm Sanat Tarihi adını akademik çerçeveye ilk kavuşturan Remzi Oğuz Arık, çok daha önce, Türkiye'de Selçuklu kültürüne yönelik ilk kazı çalışmasını da yapmış; ’Konya Alâaddin Köşkü’ denen kalıntılar üzerindeki bu çabasıyla önemli buluntular elde etmişti. Mimar Sedat Çetintaş'ın Sivas ve Bursa çalışmaları, restitüsyon ve restorasyona hazırlık amacıyla da olsa bu yolda ilkler arasında yer alır. Ancak her ikisi de bu yöntem ve çalışma tarzını bir kariyer haline getirmek girişiminde bulunmadı.**Bu yönde öncülük, Prof. Dr. Oktay Aslanapa'ya aittir. Onun Kalehisar, Diyarbakır, Keykubadiye (Kayseri) ve Van kazıları, Türkiyeli bir sanat tarihçi tarafından ortaya konan ilk denemelerdir.**Onun bu ilk denemelerinden sonra, Prof. Dr. Ara Altun'un katkılarıyla kurumlaşan büyük bir arkeolojik çalışmaya dönüşen İznik Çini Fırını kazıları, tüm çilelere rağmen başarıyla sürmekte ve çok önemli bilgiler üretilmesini sağlamaktadır. Buna karşılık, Diyarbakır kazısı ile ortaya çıkarılan Artuklu Sarayı kalıntısı, kendisinin bütün çırpınmalarına rağmen bugün imha edilmiştir!*

*Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Sanat Tarihi Kürsüsünü kuran Prof.Dr. Katharina Otto-Dorn, hemen Aslanapa'nın ilk denemelerini izleyerek 1965 ve 66'da iki kampanya halinde icra edebildiği Kubad-Abad Selçuklu saray sitesi kazılarına girişmiştir. Bu çalışmalarda, Türk, Alman, ve Amerikalı elemanlardan oluşan, profesyonel fotoğrafçı, mimar ve O.D.T.Ü.'nden geçici olarak davet edilen Hollandalı Restorasyon-Konservasyon Uzmanı içeren ‘tam teşekküllü’ sayılabilecek bir ekip, ciddî topoğrafik plân, rölöve, envanterleme, konservasyon ve ambalajlama, düzenli kazı evi oluşturma çabaları da sergileyerek çeşitli açılardan ilk doğru örneği oluşturmuştur denebilir. Her iki yılın çalışmaları da Türkiye ve Almanya'da bilimsel rapor ve değerlendirme şeklinde yayınlanmıştır.**1967'de Mehmet Önder burada çini çıkarma faaliyetinde bulunmuştur. Kubad Abad bundan sonra 13 yıl kadere terkedilmiştir.*Dünyada plânı ve külliye kompozisyonu anlaşılabilecek tek Selçuklu saray sitesi olan bu tarih mirasını yeniden ele almak için uzun süre hazırlanan Prof. Dr. Rüçhan Arık, nihayet 1980'de burada yeni bir kazı ve araştırma dönemi başlatmıştır. Bu yeni kazılar dönemine başlanırken, 13 yıl boyunca tahribe maruz kalan sitenin 'mülhakatından' Kız Kalesi denen göldeki şato örenine öncelik verilmiştir. Çevrenin en çok tecavüze uğrayan bölümü olan, gözetimden uzak bu kayalık adanın ilk kez topografik plânı yapıldıktan sonra, 5 yıllık çalışmalarla, eski Bizans şapeline ait fresk, mozayik kalıntıları, Selçuklu su tesisatı ve diğer alt yapı kalıntıları, saray hamamı, üst kata çıkan merdivenleriyle merkezî köşk bölümü, şato girişi, camdan çini, taş oyma ve sikkeye kadar pek çok dekoratif sanat eseri parçaları gün ışığına çıkarılmıştır.Selçuklulara ait böyle ünik bir su şatosunun içindeki yaşayışı da göz önüne getirecek biçimde, en modern yöntemlerle restorasyon ve konservasyonu için hazırlık yapılmış; gölün tehlikeli koşullarına dayanacak araç sağlanamadığından, bir kaza da atlatıldıktan sonra bu çalışma bırakılmak zorunda kalınmıştır.*
*Bu arada, laboratuardan atölye ve depoya kadar tüm ihtiyaçları kazı heyetince belirlenip tasarlanmış bir kazı evi yapmayı başarmak, bu kazıların bir okul gibi kurumlaşmasında temel destek olmuştur.**1985'ten itibaren kıyıdaki ana külliyede ve özellikle Küçük Saray denen yapı çevresinde yoğunlaşan Kubad Abad kazıları, bu sitenin sanılandan daha fazla yapıya ve karmaşık bir plâna sahip olduğunu, Kız Kalesi denen adadakinin aksine, burada Türk çağı yapılanmasının doğrudan Bronz Çağı kalıntıları üzerine oturduğunu, arada Antik veya Hıristiyan çağı katmanlarının en azından Küçük Saray çevresinde bulunmadığını göstermiştir.*
*İlk kez literatüre geçen yeni çini türlerinden, taş ve alçı oymalara kadar zengin ve çeşitli buluntular, çini fırını olabilecek kalıntı,görkemli temiz su tesisatı ve başka alt yapı parçaları gün ışığına çıkarılarak bilgi ve algılarımız genişletilmiştir.*
*Küçük Saray çevresinin rölövesi tamamlanarak restitüsyon konservasyon aşamasına geçilmiştir.**Orta Çağ ve sonrasına ait Türkiye'de mevcut kültürlerin maddî izleri, eserleri, yukarda da değindiğim gibi, bugün çoğunlukla yoğun yerleşme ve yaşama merkezlerinde bulunmaktadır. Buralarda plânsız kontrolsüz yeni gelişmeler sel gibi yayılarak tarihî mirası değiştirmekte, sakatlamakta, yok etmektedir. Söz gelişi Selçuklu başkenti Konya'da, buranın bir Selçuklu beldesi olduğunu gösterecek hangi karakter bugüne kalmıştır? Yüzyılımızın başında fotoğrafları çekilen koca Selçuklu sarayı harabeleri şimdi yok olmuş; bir seyran köşkünü taşıyan burcun bir köşesi, komik ve anlamsız bir beton şemsiye altına alınarak sözde korunmuştur! Sadece taç kapısı bile adeta zafer takı gibi bir soyut plastik anıt olan İnce Minareli Medrese, odalarının çoğunu yitirmiş,mescit v.d. ek binaları yıktırılmış bir ‘kadavra’ halindedir. Bu da yetmez gibi, günümüzün sözde modern, çok bilgili ve donanımlı ilgili kurumları ve kişilerinin gözleri önünde bu eser ve çevresi koruma düzenleme adına öyle bir beton ve asfalt çemberine alındı ki, taş bina ile toprak arasında asırlardır oluşmuş nem dengesi bozuldu, taşlar su çekmeye ve günümüze kadar erişen anıtsal kapı erimeye, dökülmeye başladı!*
*Konya'da da, başka tarihî beldelerimizde de Orta Çağ eserlerinin durumuaynıdır. Çoğu zavallı kalıntılara dönüşmüş; koruma-onarım adına özellikleri bozulmuştur. Bunlara bakarak Orta Çağ Türkiye'sini, uygarlık ve kültürünü, yaşayış düzeyini nasıl göz önüne getireceğiz?**Bu ayrıntılara yer verişim, şu saptamaları ortaya koyabilmek içindir: Orta Çağ'dan miras aldığımız ve muhakkak ki gelecek kuşaklara borçlu olduğumuz kültür varlıkları bir yandan bizim ellerimizde eriyip gitmektedir; öte yandan, kalanlar da, örneğin bir ‘Selçuklu ortamı imajı’ vermekten uzak, birbirleriyle ilişkileri, görsel ve işlevsel bağlantıları anlaşılamayan zavallı kalıntılardır. Bunların asıl özelliklerini, yapılarını, ayrıntılarıyla aydınlatabilmek için bunların çevresinde, hatta altında arkeolojik kazı ve araştırmalar yapmak gerekir. Bunu, sonradan değiştirilen bölümlerle özgün parçaları ayırt edecek kadar Selçuklu ve Bizans yapılarına ve sanatına vakıf uzmanlar yapabilir. Aynı şekilde, binaların ve diğer buluntuların birbiriyle bağlantı ve ilişkilerini belirlemek, özgün Orta Çağ dokularını tanımak için de, daha az çiğnenmiş, üzerinde modern yaşamın çeşitli baskıları büyük kentlerdeki kadar ağır olmayan, sonraki dönemlerin müdahalesi bulunmayan veya daha az bulunan, kırsal kesimlerdeki yapı grubu veya kent örenlerinde kazı ve araştırmalar yapmak zorunludur. Bunlar, Orta Çağ maddî kültür ortamını öğrenmek için son derece değerli kaynaklardır; bunların arkeoloji ve sanat tarihi yaklaşımlarıyla araştırılması, kazılması veyorumlanması büyük önem taşır ve bunu da ancak Orta Çağ ve sonrasının gelişmelerini bütün bir kültürel ‘context’ içinde anlama ve aydınlatma yetisi kazanmış sanat tarihçilergerçekleştirebilir.* *Devlet mercilerinde bu konuda bir fikir, bir niyet, bir politika
olmadığı gibi, tespit tescil-envanterleme işleri de yok denecek kadar az ve düzensiz idi! Yukarıda değinilen, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün baş rolü oynadığı 1950'lerdeki imar coşkunluğu ve ardından gelişen Türk-İslâm eserlerine yönelik ‘Restorasyon Furyası’ , bu alandaki eksiklikleri gidermeye vesile oluyor sanılmıştır; ancak durum tersinedir.* Şöyle ki:**Zaman ve kurumlaşma bakımından öncelik kazanmış bulunan Tarihöncesi ve Eski Çağ'a ait kültürlerin varlıklarının çoğu yabancı bilim heyetleri tarafından iyi şartlar ve olanaklarla ele alınmaktadır. Yerli bilim
heyetleri de ilgili Devlet mercileri (günümüzde Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü) tarafından daha geniş ölçüde desteklenmektedir.* *Bir an için şöyle düşünelim: Bir Eski Çağ eseri, söz gelişi bir antik Yunan tiyatrosu veya mabedi, bir Roma hamamı üzerinde araştırma-kazı-onarım-­koruma işlemlerini, en çok fiyat kıranı bulmak için yapılan ‘eksiltme usulüyle ihale’ düzeninde cahil müteahhit ve taşaronlara verebilir misiniz? Hayır! Kıyamet koparılır. Ancak bir profesör veya doçent düzeyinde başkanı bulunan bilim heyetleri bu işleri
yapabilir. Doğrusu da odur. Fakat çeşitli açılardan belge değeri yüksek bir Selçuklu kervansarayını, değer biçilemez bir camiyi, ünik Doğu Bayazıt İshak Paşa Sarayı'nı böyle yollarla cahil bir müteahhit veya taşaronuna verir ve herkesin gözleri önünde mahvettirebilirsiniz!
Üstelik ne bilgin, ne halk kesiminden kimse aldırmaz; aldıranların çığlıklarına da yetkililer aldırmaz!**Burada, Eski Çağ'a ait varlıklarımız çok parlak durumda, onlara hiç tecavüz olmuyor; o alanda her işlem ve tutum olumlu demek istemiyorum.Yasal düzenleme, kurumlaşma ve temel yaklaşım açılarından Devletin ilgili birimlerinin davranış tarzını ve derecesini mukayeseediyorum.* *Müzelerimizde yüzlerce amforaya, antik takı eşyalarına v.s. yeni bir
tür, yeni bir örnek getirsin-getirmesin, yüzlerce yenisini alabilirsiniz. Bunlar alım-satımı Devlet denetiminde, yurt dışına çıkarılması yasak, koleksiyonculuk konusu yapılması teoride mümkün
olmayan taşınabilir kültür varlıklarıdır. Fakat bir Selçuklu madenî aynasından, alım-satımı, denetim dışı bırakılması, gelişi güzel koleksiyon, hatta ‘müzayede’ metaı olması çok daha kolay hale getirilmiştir.* *Bunun sonucunda, bilgiler de saptırılmış; bu varlıklar üzerinde zaman,
köken, çevre belirlemek gibi bilimsel çalışmalar da zor veya imkânsız hale gelmiştir. Bu açıdan da, özgün tabaka ve çevre bağlantısı ile birlikte taşınabilir kültür varlıkları saptamak için arkeolojik araştırma ve kazılar gerekli olmuştur.* *İşte tüm bu tür konularda, Devletin yetkili mercilerinin hiç bir kaygı ve önlem fikri taşımadığını gören sanat tarihçiler, bu konuları
kendileri işleyip geliştirmek zaruretini duydular. Örneğin, bu satırların naçiz yazarı, 1969'dan itibaren, o zamanlar ki adıyla Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bir kaç defa dosyalar halinde düzenlenmiş ‘Ölü Türk Şehirleri’, ‘Türk Çağına Ait Sitler Araştırma-Tespit-Katalog Çalışmalar’, ‘Türk Ve Bizans Çağlarına Ait Eserlerin Tescil Ve Tespitinde Üniversitelerle İşbirliği’ gibi projelerle baş vurarak, hem bir gereğin yerine getirilmesi, hem de Orta Çağ maddî mirası alanında deneyli-becerili eleman yetiştirilmesini önermiştir. Bu yazılara cevap verilmediği gibi, sonradan aratıldığında dosyaların muhafaza bile edilmediği görülmüştür!* Bu arada konumuz açısından olumlu yenilik olarak göze çarpan bazı bireysel gelişmeler de olmuştur:* *Sümeroloji Profesörü rahmetli Emin Bilgiç'in başkanlığındaki arkeolojik kazılar, Patnos-Adilcevaz çevresine ve giderek tüm Van Gölü Kuzeyi'ne yayılan ve birkaç öğretim üyesince örgütlenen bir Bölge Projesi niteliği kazanmış; bu çerçevede, Anadolu Türk tarihinin en önemli merkezlerinden
Ahlat kentinin harabeleri de Prof. Dr. Halûk Karamağaralı tarafından kazılmaya başlanmış; Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı tarafından, anıtsal ve ünik değerdeki Ahlat Mezar Taşları sanat tarihi ve arkeoloji açılarından değerlendirilerek yayınlanmıştır. Kesintilere uğrayan bu çalışmalar, yapı tarihini aydınlatma yanında, Anadolu çini sanatı hakkındaki bilgi ve düşüncelere de yeni boyutlar kazandırmıştır.* *Prof. Dr. Doğan Kuban 1971'de çok önemli bir projeye girişmiş, Edirne Sarayı kazısına başlamış; ne yazık ki devam etmemiştir.* *Bu örnekler, bu konuların yetkili ve sorumlusu Devlet kurumlarının plânlama ve programlamasının ürünü değil; bireysel-kişisel düşünce ve girişimlerin sonucudur.* *Ancak böyle bireysel girişimlerle bir araştırma ve eğitim alanı açmak gerektiği sonucuna vararak ben de 1974'te bir kazı projesi oluşturdum ve
Genel Müdürlüğe başvurdum; Bakanlar Kurulunca onaylanıp ruhsat verilmesi üzerine Peçin kazı çalışmalarını başlattım.* *Bu anlatım tarzı bir 'megalomani' belirtisi veya ben-merkezli davranış
örneği sanılmasın. Bir ülke ve bir bilim alanı için çok gerekli bilimsel araştırma ve öğretim yolları, eğer Devlet programlarında yoksa, insanlar böyle bireysel ve kişisel çabalarla o yolları oluşturma çabasına yöneliyor. Burada işlemekte olduğum konu da bu cümledendir ve öncü bireysel çabalardan bir bölümü de bana aittir. Mesleğin tarihçesini açıklayan bir olay anlamında böyle ayrıntıları vermekteyim.* *Peçin kazı projemizin amaç, yaklaşım ve mantığı üstünde de durmaya değer kanısındayım. Temel fikirleri şöyle özetleyebilirim:* *Hem kendimin, hem öğretim elemanlarımın görgü, deney ve becerisini ilerletmek; hem de yeni genç elemanlar yetiştirmek için ‘Eğitim Kazısı’ denebilecek bir çalışma türüne gerek vardı. Bu demektir ki, ele alınacak kazı yeri için bir ölçüde risk bulunabilirdi. Ancak, herhangi bir riskin söz konusu olmayacağı şartları beklemek te olanaksızdı. Çünkü plânsız-denetimsiz çığ gibi gelişen modern yaşamın baskıları beklemiyor; yüzyıllardır sahipsiz kalan varlıkların dayanma gücü tükeniyor ve bazan bardağı taşıran damla gibi bir fiske bunları yok edebiliyordu. Sonra,beklemek ne getirecekti? Kimsenin ve hiçbir kurumun programında, ufkunda bu alanda öğretimden plânlamaya kadar herhangi bir niyet ve fikir bulunmuyordu. Bu koşullar bugün de çoğunlukla aynıdır. Beklemekle o şartlar oluşmuyor. O taktirde, o şartları da biz sağlamaya çalışmalıyız.*
*Ele alacağımız sit ve varlıkları riske atmadan araştırma-kazı-saptama işlemleri yürütmek için, teorik olarak incelikli bir hazırlık yapmalı; bu aşamada saptanan ilke ve yöntemlere, uygulamada tümüyle bağlı kalmalıyız. Hiç bir suretle acele ve sabırsız iş yapmamalıyız. Bunlar söylemesi çok basit, kazı yaşamında gerçekleştirilmesi çok zor ilkelerdir. İdealiniz ve hayaliniz olan bir varlığı ele geçirmek, bir durumu aydınlatmak üzere iken, onun ve bulunduğu ortamın tüm özelliklerini korumak, bozulmasını önlemek için gerekli fizik önlemlerden kimyasal maddelere kadar birçok nesne ve işlem gerekebilir ve bunlar bazan uzun bir süre sabretmeyi zorunlu kılar. İşte o zaman,
?bilimsel vuslat? diyebileceğimiz bulup çıkarma aşaması ile aramıza kendi irademizle duvar örmek pek kolay olmayabilir.* *Ayrıca, bulup çıkarıp müzeye kaldırmak fiilleri, geçen yüzyılın
?colonialist? yaklaşımlarıyla bağdaştırılabiliyordu; modern bilim insanlarının üstelik kendi ülkelerinde aynı davranışı sürdürmeleri doğru olmaz. Varlıkları, buluntuları, olabildiğince özgün konumunda ve durumunda koruyup değerlendirebilmenin çarelerini aramalıyız.* *Olabildiğince sabırlı, ilkeli, dikkatli kazı yapmanın ve bilimsel iş yürütmenin ön-şartlarından biri de eksiksiz belgeleme olmalıdır. Bunun için de öncelikle tüm çevrenin çeşitli ölçeklerde topografik harita ve
plânları, tek yapı ve dokuların rölöveleri hazırlanmalı, kazı ve araştırmaların her aşaması ve bulgusu bunlara kusursuz biçimde işlenmeli; ayrıntılı foto-film saptamaları bununla paralel yürümelidir.* *Kazı heyetinin devamlı ve güvenilir bir depo binası, çalışmaları uygarca yürütmeye elverişli bir karargâhı olmalı ve bu sürekli bir kurum oluştururcasınageliştirilmelidir.* *Bu ilkelere sadık kalarak yürütülecek çalışmalar, riskleri minimuma indirebilir.* *Bütün bunlarla birlikte, İlk Keşif, İlk Tanıtma Heyecanı diyebileceğimiz faktörün de olumsuz etkisi olmasın diye devre dışı tutulması gerekir diye düşünmüştüm. Peçin, İbni Batuta Seyahatnamesi'nden Paul Wittek'in Menteşe Beyliğini ele aldığı kitabına kadar birçok yayında anılmış; birer Eski Çağ ve Orta Çağ ‘survey’i olmak üzere Aşkıdil Akarca ve Ayda Arel tarafından incelenmiş ve yayınlanmıştı.* *Bu şartlar altında, öğrencilerimle birlikte burada tahminime yakın bir huzurla, adım-adım gelişip kurumsallaşmaya yönelen bir çalışma ortamı
gerçekleştirdik. Bugün Türkiye'de tarihî Türk yapı, doku ve sitlerine yönelik kazı işlerini yürütenlerin çoğu bu ‘Peçin ekolü’ diyebileceğimiz ortamda yetişmişlerdir.* *Ne yazık ki bu çalışma sonuca ulaşamadı. Çünkü, gittikçe bir kent öreni kazısı şeklinde gelişerek büyüyen bu işi karşılayacak ödenek yoktu. Yeni yasal düzenlemelere rağmen, İçkale'de ve kent öreninde köylülere yeni tapular verilmişti. Sınırlı ödeneklerle, vatandaşın tapulu mülkü olan tütün bahçelerinde ve tarlalarda, sempati ve rıza üzerine çalışıyorduk. Kamulaştırma başvurularımıza resmî işlem yapılmayıp sözlü olarak ödenek bulunmadığı cevabı verilmekteydi. Buna karşılık aynı anda aynı merciler, dış ülkelere mensup kazı heyetlerinin tüm masraflarını kendileri
karşılaması gerekirken, Amerika'dan sağlanan parlak olanaklarla Knidos (Datça)'ta yapılan kazılar için önemli kamulaştırma yardımları yapıyorlardı.* 1984'te ilkelerimize oldukça bağlı kaldığımız bu çalışmalar tıkandı; şahıs mülkü yerlerde çalışmak yanı sıra, kaleye ait dökülmüş veya kazı ile çıkarılmış taşları koruduğumuz yerler yağmalanmaya ve kireç ocağına
malzeme edilmeye başlanınca Peçin'den ayrılmak zorunda kaldık.**Uzun bir aradan sonra, Prof. Dr. Rahmi Hüseyin Ünal 1996'dan itibaren Peçin'i tekrar ele almış ve ciddi bir çalışma ortamı kurmuş bulunmaktadır.**Alanya Kalesi de, ilk keşif ve ilk tanıtım heyecanı bulunmayan, buna
karşılık Selçuklu ve Beylikler dönemi yapı teknikleri, şehir dokusu, erken han ve arasta kalıntıları ile dekoratif sanat örnekleri içeren bir Orta Çağ Arkeolojisi cenneti idi. Yerli ve yabancı uzmanlar ve gelenekçi yazarlar burası hakkında incelemeler, toplu tarihî bilgi ve tanıtmalar içeren makale ve kitaplar yayınlamış; ODTÜ Restorasyon Bölümü elemanları en azından öğrenci uygulaması niteliğinde topoğrafya ve belgeleme çalışmaları yapmışlardı. Fakat ne var ki, aynı zamanda bir doğa harikası da olan bu belde, Türkiye'nin 1983'ten itibaren başlatılan ‘Turizm
Hamlesi’nin en hararetli odak noktalarından biriydi. Yukarda değindiğim 1950'de coşan imar ve onu izleyen restorasyon furyasından daha şiddetli bir yeni dalga oluşturan bu turizm seferberliği, tarihî ve doğal sit,doku, tek varlık denebilecek ne varsa hepsini yutmak isteyen bir iştaha yol açmıştı! Denize sıçrayan bir dinozora benzeyen güzel Alanya yarımadasının eteklerindeki ormanı da, surlar içindeki yukarı şehirde bulunan Selçuklu, Beylik ve Erken Osmanlı yapılarını da silip süpürmek isteyen, buraları ‘İkinci konut’tan ve pansiyondan, gazino ve meyhaneye kadar bu yeni dalganın tüm öğeleriyle kaplamak isteyen, yüksek gelir heyecanıyla sabırsızlaşan bu iştah karşısında Alanya'nın tarihî varlıklarını ve tarihî-doğal sit alanı özelliğini korumak, tahrip olmuş
ve toprak altında kalmış esas itibariyle Orta Çağ'a ait değerlerini önce gün ışığına çıkarmak, nitelemek, belgelemek ve sonra en doğru rehabilitasyon projelerine hazırlamak gerekiyordu. Ayrıca tüm Anadolu'da da, burada da İçkale'nin aslında bir Saray olduğu yönündeki hipotezimizin irdelenmesi ve isbatı için de burada arkeolojik araştırmalar ve kazı gerekiyordu.*
*Yeni turizm dalgasının yol açtığı baskı ile yasaların yüklediği koruma görevlerini dengelemeye çalışan yerel yönetim ve belde ileri gelenlerinin bu yönde ilk örnek sayılacak daveti ve yüreklendirmesiyle Alanya Tarihi Kenti Ve İçkalesi Kazı Ve Onarım Çalışmaları Projesi
meydana getirmeye gayret ettik; bu amaçla Kültür Bakanlığı ve Bakanlar
Kurulu onaylarını sağlayarak 1985'te Alanya İçkale Kazılarını başlattık.*
*O sıralarda İçkale'nin özgün girişi kapatılmış; güneydeki sağır cepheye
büyük bir delik açılmış; gündüz 9.00 - 17.00 arası bu delik önünde
Kültür Bakanlığı Alanya Müze Müdürlüğü tarafından ‘işportada’ bilet
satılarak bu delikten ziyaretçi alma geleneği yerleşmişti. Akşam 17.00
paydosu ile birlikte Müze elemanları buradan çekiliyor, isteyen,
istediği gibi İçkaleye girip çıkıyordu! Her türlü çirkin olayın
yaşandığı geceden sonra ertesi sabah aynı oyun yeniden başlıyordu.
Üstelik görevliler veya çocukları, surlardan taş, tuğla, çini söküp
ziyaretçilere satarak, denize ulaştıracak hızla attırmayı, turistik faaliyet saymaktaydılar!*
*Biz burada da topoğrafik tesbitler yapmak, delikleri kapatmak ve demir
parmaklıklı kapı takmak, mevcut durum belgelemesi yapmak ile işe
başladık ve sonra her yıl, sabırla, incelikle, herkesin, ?hiç birşey
kalmamış; kayalar yüze çıkmış; burada kazının ne anlamı var? dediği
İçkalenin güneydoğu bölümünde, Selçuklu Fresk Parçaları, Çinileri, Alçı
Bezeme kalıntıları, taban döşeme karoları, sikkeleri ve mühürleriyle
birlikte Selçuklu Sarayı'nın Taht Salonu, Harem Bölümü, giriş ve hizmet
bölümleri gibi pek çok kısmının kalıntılarını ve temellerini ortaya
çıkardık; ilk restitüsyon denemelerini ve daha da önemlisi, alanımızda
ilk kez, bu külliyenin bilgisayar ortamında Reanimasyonunu gerçekleştirdik.*
*1985 yılında konumuzla ilgili Devlet mercilerinin bu alanı ne kadar
duyarsızca dışladığını gösteren bir trajedi ile de karşılaştık:
Türkiye'nin övüncü G.A.P. Projeler zincirinde ‘11. halka’ olan Ilısu
Barajı'nın proje v.b. tüm hazırlıkları bitmiş, başlama emri
bekleniyormuş. Baraj inşaatının temeli atılacak günden 9 yıl sonra ise,
baraj gölü tarihî Hasankeyf kenti kalıntılarını yutacakmış! Hasankeyf
tarihî ve doğal sit ilan edildiği ve yasaca bu statüdeki yerlere
kimsenin zarar veremeyeceği bilindiği halde böyle bir proje Devletten
nasıl onay aldı ve gerçekleşme yoluna girdi’ Cevap: Kültür Bakanlığı bu
kararı DSİ ve TEK yönetimlerine bildirmemiş!*
*Yukarda değindiğim ‘Ölü Türk Şehirleri’ proje zincirinde yer alan ve
Anadolu'daki yeni Türk kimliği sentezinin mimarideki başlangıcına ait ip
uçları veren bu çok önemli uygarlık mirasının, Türk-öncesi dönemlerle
birlikte 2-3 bin yılı bulan tarihini, kısa ömürlü baraj kazançlarına
kurban etmeyelim diye özetlenebilecek bir caydırma kampanyası
oluşturmaya çalıştık; başaramadık. İlgilenip kaygılanan başka kurum ve
kişi de bulamayınca, Prof. Dr. Metin Ahunbay ve Prof. Dr. Rüçhan Arık
ile birlikte 1985 yazında Hasankeyf Kurtarma Kazılarına giriştik.*
*Burada 'kurtarmak', bizim açımızdan şu anlama geliyordu: Hasankeyf,
doğa ile insanın birlikte oluşturduğu bir varlıklar dokusudur.
Mağaralar, kilise, saray ve kale kalıntıları, anıtsal cami, türbe, tekke
gibi binalar bu varlıkların toprak üstünde görünenlerinden yalnızca bir
bölümüdür. Toprak altında kalmış taşınmaz ve taşınır türden daha pek çok
ve çeşitli kültür varlığı bulunmaktadır. Bölge su altında kalınca bu
görkemli varlıkların ve dokunun gerçekten kurtarılması söz konusu
olamaz. Mağaralar, ileri bir harç teknolojisiyle örülmüş yapılar sökülüp
başka yere götürülemez. Ancak düzgün kesme blok taşlarla kurulmuş
minare, portal, pencere ve çeşme kompozisyonları, dev kitabe blokları,
Anadolu için ünik ve anıtsal alçı dekorasyon parçaları, bazı taşınır
sanat eserleri, uygun projelerle dondurulup sökülerek başka yere
götürülebilir. Bu, Hasankeyfin ifade ettiği anlam ve değerin %10'u bile
değildir. Bu da bir kazançtır; ama asıl beklenti bilim adınadır: Anadolu
Türk kimliğinin başlangıç aşamaları ile daha önceki dönemlere ait
uygarlık göstergelerini açığa çıkarmak ve bilmek istiyoruz. Yoksa ne
olduğunu bilmeden pek çok değeri kaybedeceğiz!*
*Hasankeyf in Efes kadar büyüklükte olduğunu ve Efes kazılarının 100.
yıldönümünü kutladığımızı düşünürsek, burada da en az 50 yıl çalışılması
gerektiğini anlarız. Biz 1985 yazında işe başladığımızda ise, o günkü
bilgiye göre 9 yılımız vardı! Yani bizim kişisel ‘kahramanlığımız’ olan
bu iş, zamana karşı yarış niteliğinde idi! 50 yılı 9 yıla sığdırmak,
ancak daha zengin uzman kadrolarla, daha çok işçi ile, daha modern ve
bol teknolojik imkân kullanmakla ve yılın daha çok zamanını kaplayan
uzun çalışma kampanyalarıyla mümkün olabilirdi. Fakat ne var ki, o
zamanki Müzeler Genel Müdürlüğü, yıllık orta halli ve olağan
çalışmaların bile çok altında ödenekler vererek bu işi adeta
baltalamıştır! Ne yazık ki altın değerinde 4 yıl bu suretle kaybedilmiştir.*
*Ancak 1990'da G.A.P. İdaresi, kendi sorumlulukları çerçevesinde bir
proje dolayısıyla ortaya çıkan Hasankeyf Kazı ve Kurtarma Çalışmalarını
desteklemiş; böylece çok olumlu koşullarla çalışabileceğimiz yeni bir
dönem başlamıştı. İstanbul Teknik Üniversitesinin Jeodezi, Topoğrafya,
Fotogrametrik Belgeleme, Statik, Zemin mekaniği, Mimarlık Tarihi gibi
konularda uzman olan öğretim üyelerinden oluşan bir heyeti
çalışmalarımıza davet etmek olanağı bulduk; damperli ve kepçeli traktör,
çeşitli eczalar ve aletler edinebildik; kazıların başarı şartı olduğuna
işaret ettiğim Kazı Evi'ni uzun ve kalabalık kadrolu çalışmaları
barındıracak nitelikte geliştirdik. Ankara, Hacettepe, Gazi ve İstanbul
Teknik üniversitelerinden öğretim üye yardımcıları, lisans ve lisansüstü
öğrencileri ile oluşan güçlü ara kadrolar çalıştırabildik.*
*Bu mutlu dönemin başlaması ile duraklaması bir oldu! Komşu Nusaybin
yöresinde kazı yapan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine mensup bir
arkeoloji heyetinden iki genç öğretim elemanı PKK tarafından öldürüldü.
Bundan sonra o bölgeye ne öğrenci, ne uzman götüremedik.*
*Diğer yandan, buraya kadar anılan çalışmalara katılarak yetişen yeni
elemanlar, zamanla çeşitli üniversitelerde görevler almış; akademik
meslekte ilerlerken bir yandan da konumuz açısından sahib oldukları
birikimi kullanarak Orta Çağ ve sonrasına yönelik Arkeolojiye katkılar
sağlayan projeler başlatmışlardır.*
*Özellikle Van Gölü çevresindeki Türklere ait sitler üzerinde azimli
çalışmalar yürüten Prof. Dr. Abdüsselam Uluçam'ın bu alana katkısı,
bireysel girişimlerin önemli örneğidir.*
*Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı son olarak, Ani'deki Selçuklu varlığına
yönelik kazılara girişmiştir.*
*Türkiye'nin metropol olduğu Bizans uygarlığı ve baz Yakındoğu Erken
Hıristiyan uygarlıkları ile ilgili arkeolojik kazı ve araştırma
projelerinin görülmeyişi bir başka affedilmez eksiklikti. İyi yetişmiş
yeni kuşak bilim insanlarımızdan Prof. Dr. Yıldız Ötüken'in Demre
kazılarına başlaması bu bakımdan, Türklükle doğrudan ilişkili görünmese
de, Türkiye kimliğinin geliştiği ortamı aydınlatmaya hizmeti açısından
sevinçle selâmlanması gereken bir girişimdir.*
*Atatürk'ten sonra kültür tarihi ve arkeoloji araştırmalarına ilk kez
ilgi ve destek tevcih eden Cumhurbaşkanı (o zamanki Başbakan) Sayın
Süleyman Demirel'in himayesinde, 1993'te, Prof. Dr. Rüçhan Arık
başkanlığında, son yılların konumuzla ilgili en büyük projesi
hazırlanmıştır: Göller Bölgesi Arkeolojik-Kültürel-Turistik Araştırma Ve
Değerlendirme Projesi.**Burada bir bölgenin taş devrinden günümüze kadarki arkeolojik ve
kültürel tablosunu ortaya çıkaracak kazı, rölöve, restorasyon, peyzaj,
rehabilitasyon çalışmaları, birbirleriyle koordine edilmiş ve herbirinin
yürütücülüğü başka bir uzman bilim veya teknik insanına verilmiş
projeler demeti şeklinde tasarlanmıştır. Yayla Turizmi ile bağlantılı
olarak düşünülen antik sitlerin ele alınmasından, 15.-18. yüzyıllar
arasında Türkiyenin genel mimarlık karakterine bağlı ?Osmanlı
Kiliseleri?nin restorasyonu ve Müze-Kültür Merkezi olarak ihyasına
kadar, geleneksel konut dokularının korunup iyileştirilmesinden Selçuklu
hanları, medreseleri ve saray sitelerinin açık hava müzesi-millî park
haline getirilmesine kadar çok kapsamlı, çağdaş bir örnek şeklinde
tasarlanan bu çalışmalar 1993'te başarıyla başlatılmış; 1993 yılı kitabı
yayınlanmış; fakat sonra ödenek yokluğu nedeniyle ortada kalmıştır.*
*Son yılların bu alandaki en önemli bir gelişmesi de, ‘Peçin Okulu’na
mensup öğretim elemanlarının, Türkiye'nin yurt dışına açılmaları, Türk
tarihi ile ilgili düzenli ve sürekli kazılarda baş rol oynamalarıdır:*
*Prof. Dr. M. Oluş Arık ve Yard. Doç. Dr. Z. Kenan Bilici, Moğolistan'
daki Gök Türk Anıtları ve diğer Türk kültür varlıkları üzerine
keşif-tesbit-inceleme-öneri raporları hazırlamışlar; Cumhurbaşkanımıza
sunulan brifingde program önerilerinin beğenilmesi üzerine 2001 yılında
tamamlanacak olan çok iyi düşünülmüş bir çalışma takvim ve plânı
tasarlamışlar; 1997 yazında Türk-Moğol işbirliği şeklinde bu plânı
uygulamaya başlayarak ilk arazi çalışmasını gerçekleştirmişlerdir.
Jeodezi, restorasyon-konservasyon ve Türkoloji uzmanı elemanlarla
oluşturulan ekip, bu plân uyarınca çağdaş teknoloji ile, Ötüken-Khöşö
Saydam ve Nalayh yörelerinin çeşitli ölçeklerde topografik haritasını,
Köl Tigin, Bilge Kağan ve Bilge Tonyukuk anıt külliyelerinin rölöve ve
fotogrametrik belgelemesini yapmışlar; taşların biyolojik, fizik ve
kimyasal bozulmalarını ve kurtarma çarelerini laboratuarda saptamaya
yarayacak örnek parçaları almışlardır. Atatürk Üniversitesi'nden Yard.
Doç. Dr. Cengiz Alyılmaz ve Moğol yardımcısı, yazıtları ilk kez harf
harf kontrol edip yayınlarla karşılaştırarak eksik-yanlış-doğru
saptamaları yapmışlar; kayıp parçaların yerini keşfetmişlerdir.*
*Anlayanlar için çok önemli adımlar olan bu işler, 4 yıl sürecek asıl
kazı, onarım, koruma ve ihya çalışmalarının ön şartı idi. Ne yazık ki
bürokratik takıntılar ve kişisel anlayışsızlıklar yüzünden bu proje
‘dejenere’ edilmektedir.*
*Son iki yıldır (1996-97) Doç. Dr. Bozkurt Ersoy Ukrayna'da Osmanlı
çağından Özü kalesinde; Yard. Doç. Dr. Rüstem Bozer de Kırgızistan'daki
Kurgan kazılarında eş başkan olarak çalışmalarını sürdürmektedirler.*
*Bu arada ‘arkeolojik yaklaşım’ın kazıdan ibaret olmadığını kanıtlayan,
Prof. Dr. Ömür Bakırer'in Malzeme ve Teknik Bilgisi geliştiren
araştırmaları, Prof. Dr. Ayşıl Yavuz'un ‘construction’ ve ‘structure’
esaslarını ve eserlerin işlevlerini aydınlatan yapı ve kaynak analizleri
gibi sabırlı, ciddi emeklerini şükranla anmak gerekir.*
*1997'de Ege Üniversitesi'nde Prof. Dr. Rahmi H. Ünal'ın başlattığı ve
1998'de Selçuk Üniversitesi'nde Prof. Dr. Haşim Karpuz'un devamını
sağladığı Orta Çağ'a yönelik kazılar sempozyumu yerine oturmuş ve
kurumlaşmış görünmektedir. İki yıldır bu toplantılarda alanın genç
bilginlerinin gittikçe yüksek nitelikli varlık sergilediklerine tanık
olmaktayız.**Tüm yakınmalarla birlikte ‘maya tutmaktadır’.*
*Bu çalışmalar, çok zengin ayrıntılarla açıklanması gereken, çok önemli buluntular, görüşler ve bilgiler kazanmamızı sağlamıştır. Tarihî varlıkların alt yapısı, teknolojisi, stilistik ve kültürel nitelikleri,türleri ile birlikte tanınmasını sağlayan bu çalışmalar sayesinde, Türk
Sanat Tarihçilerin tarihi mirası algılama, analiz etme, değerlendirme
yetisi çok ilerlemiş; anlatım ve sözlükleri bile değişip genişlemiştir.*
*Şimdi bu yolun yolcularının meslekî iç sorun sayabileceğimiz bazı
konularına da kısaca değinmek gerekiyor:*
*Pek çok şeyi atlayarak özetlemeye çalıştığım halde bu kadar uzun süren
bu gelişmeler göz önündeyken, arkeoloji birimlerinin bazı mensupları,
önce ‘Türk dünyası ile Orta Çağ ve sonrasına yönelik arkeoloji’
kavramına karşı çıkmışlar; sonra salt ‘Arkeoloji’ kelimesine dayanarak
bu işleri sanat tarihçilerin yapamayacağını, ancak arkeoloji
bilimlerinde bu konuların ele alınabileceğini savunmuşlardır. Bu alanda
doğan ‘Teknik Eleman’ çekişmesine burada değinmek bile istemiyorum. Orta
Çağ ‘mezheb çekişmelerini’ andıran bir tavırla Müzeler ve Anıtlar örgütü
çerçevesinde sanat tarihçileri ikinci sınıf eleman saymak yaklaşımını
ilkel buluyorum. Bu iki alanın birbirinin devamı, tamamlayıcısı olduğu
görülmelidir!*
*Burada sanat tarihçilerin meslekî iç sorunu saydığım husus şudur: Bazı
arkeologlar, sanat tarihçilerin giriştikleri kazıların, ele aldıkları
varlıklara yarardan çok zarar getirdiğini öne sürerek bu dışlama tavrını
temellendirmek istemiştir. Yukarda değindiğim gibi, ‘dedikodu mübah,
eleştiri günah’ dedirtecek şekilde de öne sürülse, birçok ünlü ve büyük
arkeoloji üstadının kötü uygulamalarından örnekler sayılarak gereken
cevaplar da verilse, Sanat tarihçilerimizin bir özeleştiri
geliştirmeleri dışardan sataşmalara meydan bırakmamaları gerekmektedir.
Kendimizden başlayarak bu özeleştiri ilkesini geliştiremezsek, gerçektende fedakarlıkla kurulup gelişen bu kariyere ihanet etmiş oluruz.*
*Bununla birlikte, ‘aşiret’ anlayışıyla davrananları da hesaba katarak,
kendi başımıza dert gelmedikçe meslek ve meslektaşlık davalarına ilgisiz
kalmak ta zararlıdır. Sesini duyuran, görüşleri, talepleri saygı gören
bir kesim ve kamu oyu oluşturmak, birbirimize ‘sahip çıkmak’ ile mümkündür.*
** Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sanat Tarihi
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, Ankara - TÜRKİYE .*

Hiç yorum yok: